| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
#1
|
||||
|
||||
Yeryüzünden fitnenin kaldırılması (1)
Yeryüzünden fitnenin kaldırılması (1)
İslâm, kendi mensuplarına yalnız bir ülkede değil, bir bütün olarak yeryüzünde fitnenin önlenmesini, haksız yere insanların kanlarının akıtılmasının durdurulmasını emreder. Kur'an-ı Kerim'in İslâm ümmetinin önüne koyduğu değişmez ve değiştirilemez sorumluluklardan birisi de, "Allah'ın dinini bir bütün olarak hayata hâkim kılmak şartıyla yeryüzünden fitneyi kaldırmak" sorumluluğudur. Allahû Teâla buyuruyor: "Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki, Allah yaptıklarını görür." (Enfal Sûresi/ 39) Yeryüzünü fitne ve fesaddan temizlemek, İslâmî mücadelenin amacıdır. Allah'ın dinini yeryüzüne hâkim kılmak, fitne ve zulmü ortadan kaldırmak için ortaya çıkan her türlü engel ve düşmana karşı meşru olan her yol ve vasıtayla elinden gelen mücadeleyi yapmaktır. Bu mücadelenin yollarından birisi tebliğ, diğeri de savaş (kıtal)dır. "Fitneden eser kalmayıncaya, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına husumet yoktur." (Bakara Sûresi/193) Fitne, insanın hem kendi insanlığına ve hem de başkalarının insanlığına ihanet etme eylemidir. Müfessirlerin ekserisi, fitneyi şirk olarak tefsir etmişlerdir. İnsanları, meclisleri, kurultayları hüküm ve hakimiyet konusunda Allah ve Rasûlü'nün yerine koymak, insanların haksız yere kanlarını akıtmak, insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışmak ve bu hususta infakta bulunmak, insanların kabiliyetlerine, düşüncelerine, fikirlerine ipotek koymak ve bu hususta kanunlar, yasalar icad etmek, fitnedir. Bu nedenle, insanî özelliklerini kaybetmemiş, insanlığın mutluluğunu, saadetini isteyen, adaleti ikame etmeye çalışan, barıştan yana olan kimseler, fitneye ve ehl-i fitneye karşı tavır almayı yaşamlarının temel gayesi olarak kabul etmelidirler. Kur'an'a teslim olan mü'minler için en güzel örnek olarak gösterilen risalet önderlerinin tümü de kendi dönemlerinde varolan fitne ve fitneyi yayan despotlarla ve onların insanlara uyguladıkları zulümle uğraşmış, fitnenin kaldırılması ve fitnecilerin fitnelerinden vazgeçip iman etmeleri için çalışmış, bu uğurda zorluklarla karşılaşmış, acı çekmiş, sıkıntı görmüşlerdir. Yani ehl-i fitnenin hışmına uğramışlardır. Fitne aynı zamanda hem zulüm ve hem de tuğyandır. Allah'ın arzında Allah'ın verdiği nimetlerle hayatlarını devam ettirdikleri halde kendi nefislerini tercih edenler, kul kaynaklı sistemlerle insanları idare edenler, fitne çıkaranlardır. Yeryüzünden fitneyi önlemek, zulmü kaldırmak, mü'minler için en öncelikli bir sorumluluktur. Mü'minler, bu görev ve sorumluluklarını her zaman ve mekânda hiç aksatmadan ve savsaklamadan yerine getirmekle mükelleftirler. Bu, İslâm imanından kaynaklanan bir mükellefiyettir! Ancak mü'minler, bu mükellefiyet bilinciyle hareket edip sorumluluklarının gereğince görevlerini yerine getirirlerken, mutlak manada tabi oldukları Kur'an doğrultusunda ve nebevi örnekliğe uygun hareket etmelidirler. M. Hamdi Yazır (Rh.a.) der ki: "Allah yolunda olma kaydı, her harbin esasıdır. Bu, düşünülmedikçe harp ve çarpışmaya asla cevaz yoktur. Bundan dolayıdır ki Avrupalıların düşündükleri mânâ ile, 'Saldırgan harbin, İslâm dininde yeri yoktur' demek caiz olabilir. Din fikrine ters düşecek harp de ne müdafaa, ne taarruzdur. Allah yolunda ve hak bir iş uğrunda olmayan, tağut fikri ve sırf saldırma maksadiyle olandır. Hâlbuki İslâm'da harp halinde bile, harbi güzel gösterebilecek gayeye aykırı olarak saldırma haramdır. Bunun için taarruz harbinde de riayet edilmesi gereken harp hukuku vardır. Bunu, insanlık tarihinde ilk önce İslâm dini ortaya koymuştur. 'Haksız yere taarruz etmeyiniz. Çünkü Allah, haksız taarruz edenleri sevmez.' (Bakara Sûresi/190). Bu bakımdan, 'İslâm dini sırf silah kuvvetiyle yayılmış bir saldırı dinidir' demek, sırf iftira olduğu gibi, 'İslâm'ın yayılmasında silahın hiç hizmeti yoktur' demek de Kitap ve Sünnete aykırı bir yalan olur." (Hak Dini Kur'an Dili, C: 2, Sh: 691?692, İst/1971) Asrımızda harbi müstevliler önce İslâm topraklarını istilâ edip Müslümanların mallarını talan, canlarını telef ettiler, sonra da canlarını, mallarını ve namuslarını muhafaza ve müdafaa için cihad eden mü'minleri terörist ilan etmeye kalkıştılar. İşte fitne ve fitnecilik buna derler. Mustafa Çelik |
#2
|
||||
|
||||
islam nedir ne degildir
İslam’ı hâkim kılmak.
İslam’ı kelime anlamı olarak incelediğimizde, Lügat anlamı olarak, İslam, selam kökünden gelerek selâmiyan. Yani selamete erdirme… SLM… Esenliğe, barışa, huzura çıkma, çıkarma. Böylece, selam, SLM kökünden gelen İslam, barış, huzur, esenlik anlamlarına değerlendirilir. Veya barışı, huzuru, esenliği dilemek anlamına gelir. Nitekim Allah’ın selamı üzerine olsun dediğimiz de, Allah’ın selameti, barışı, huzuru, esenliği senin üzerine olsun anlamında kullanmaktayız. Sonuçta, İslam SLM, selam kökünden gelen olarak, barışı, huzuru, esenliği dileme de sunulan yolun adı olarak tanımlanır. Nitekim Allah’ın ayetleri incelendiğinde buna benzer anlamlar verildiğini göreceğiz. Türk Dil kurumunun 1992 yılında Milliyet gazetesinin sponsorluğunda basılan Türkçe sözlüğünde, İslam kelimesine, selam kelimesinin yukarıda söz edilen bütün anlamları verilmiştir. Ancak şu anki Türkçe sözlüğünde ve internet sitesindeki Türkçe sözlüğünde artık geniş açıklamalara yer verilmemiştir. İslam bir dinin adı olarak, ayrıntıya girmeden verilmektedir. Müslüman, müsliman, müselman ifadeleriyle kullandığımız isimlendirme, İslam’a, yani barışa, huzura, esenliğe giren, teslim olan, barışı, huzuru, esenliği inancına, yaşamına alan olarak değerlendirilir. Allah gönderdiği dinin adını İslam koymuştur ve “Allah katında geçerli din ancak İslam’dır” diyerek Ali İmran suresi 19. Ayetinde belirtmektedir. Allah barışın, huzurun, esenliğin karşılığında savaşı, savaş çıkaranları kınamaktadır. O nedenle Müslümanlar asla savaşı, savaş çıkarmayı kutsamazlar. Müslümanların savaşının özünde, müdafaayı esas alan öz vardır. Bu öz savaşı, savaşanları engellemektir. İslam’ı hâkim kılmak düşüncesi, yeryüzünde, barışı, huzuru, esenliği hâkim kılmaktır. Allah insanlara İslam’ı göndererek şu daveti yapar. Ey insanlar, barışa, huzura, esenliğe tabi olun. Yaratılışınızda savaş içgüdüsü olsa da, siz barışı, huzuru, esenliği bilginize, aklınıza, yaşamınıza yerleştirin. Müslüman olun, yani bilgiyle, bilinçle, inanarak, barışa, huzura, esenliğe tabi olun. Ona göre hayatınızı yaşayın çağrısında bulunmaktadır. Kişinin İslam’ı bireyine yani kişiliğine, kimliğine hâkim kılmasıyla insan dinginliğe ulaşacaktır. Benliğinde var olan, kin, intikam duygularını, barışı, huzuru, esenliği öne çıkararak inançla yok edecektir. Kendi içinde kavgalı olan insan, içyapısında, benliğinde barışı, huzuru, esenliği yaşayamaz. Allah’ın bütün ayetleri insanı, barışta, huzurda, esenlikte dengelemek üzerine indirilmiştir. |
#3
|
||||
|
||||
Mesela; Hidayet Allah’ın elindedir. Bu nedenle ey insan, sakın, Allah’ın dinini tebliğ ettiğinde, karşı çıkanlar, inkâr edenler, hatta küfür ederek hakaret edenler olursa, telaşlanma, sakinliğini, dinginliğini bozma. Onları Rabbine havale et. Sen tebliğini yaparak görevini tamamladın. Hidayet senin elinde değil. Hidayet Rabbinin elindedir. Hidayet Rabbin ile tebliğ ettiğin insan arasında bir ilişki. Oraya girme, hidayete karışma. Eğer hidayete karışırsan, tebliğin sonucunda inanmayan kişilere karşı hınç besler, dengeni bozarsın. İç barışın, huzurun, esenliğin kaybolur. Şimdi düşünün, bu özü kabul eden birinin artık kendi içinde savaşı yoktur. Çünkü tebliğ ettiği dinin sahibi Allah, sen görevini yap, gerisine karışma demiştir. O zaman tebliğ edenle, tebliğ ettiği kişinin arasında herhangi bir sorun kalmamıştır. Tebliğ eden görevini yapmış, işini bitirmiştir. Tabi görevini usvetül hasene, yani en güzel üslupla, bilgiyle yapmasıyla görevini gereği gibi yerine getirmiş olacaktır. Dan dun mantığıyla yapılan tebliğin hiçbir anlamı yoktur. Ayrıca tebliğ eden kişinin inancı, söyledikleri hayatında yoksa da bir anlamı yoktur. Zira tebliğ sadece sözle Allah’ın dinini insanlara açıklamak değil, aynı zamanda bizzat Müslüman’ın hayatında yaşayarak göstermesidir.
Mesela; zafer, fetih, başarı gibi olgular Allah’ın elindedir. Allah bütün bunları kendisinin insanlara bir nimet olarak verdiğini beyan eder. Zafer, fetih, başarı gibi olgular insanın elinde değildir. Bir Müslüman ne kadar kendisini, zafere, fethe, başarıya odaklasa da, Allah nimet olarak sunmadıktan sonra gerçekleşmez. Tabi bir Müslüman görevlerini yerine getirecektir. Ancak görevlerini yerine getirirken, başarmak, zafere ulaşmak, fetihlerde bulanmak gibi niyetleri, bunların gerçekleşmesine yaramayacaktır. Müslüman bu bilgi, bu bilinçte olmalıdır. Müslüman olarak, bunlar için çalışacak ama bunların kendi elinde olmadığını bilecek, sonuçları Allah’a bırakacaktır. Eğer Müslüman bu olguları Allah’a bırakmaz ise, kendisini barışa, zafere, fethe şartlayacak, neticeye ulaşamadıkça da, aklında, beyninde, kalbinde, benliğinde savaş vermeye başlayacaktır. Hâlbuki Müslüman barışa, huzura, esenliğe ulaşandır. Onun için Allah insanın elinden, zaferi, fethi, başarıyı almıştır. Böylece insan bunlar için, aklını, hırsını, azmini öne çıkararak, barışını, huzurunu, esenliğini bozmayacaktır. Müslüman’a düşen görev bütün dikkatiyle Allah’ın gönderdiği emirleri yerine getirmek olacaktır. Nüzul sırasına göre 110. Sırada, rivayetlere göre Mekke’nin fethi sırasında gelen Nasr suresi bize bazı gerçekleri hatırlatıyor. “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlanma dile. Çünkü O tövbeleri çok kabul edendir” Rivayetlere göre Mekke’nin fethi sırasında surenin geldiğinden söz etmiştik. Mekke’nin fethini tarihi bilgilerden hatırlayınız. Müslümanlar o güne kadar topladığından daha çok büyük bir orduyla Mekke’ye doğru yürümüştür. Ama öyle ki, Mekke’nin kuzeyinden, güneyinden, doğusundan, batısından gelen Müslümanlar, bölük, bölük Mekke’ye doğru yaklaşmaktadırlar. Resulün çağrısı bütün Arabistan’ı harekete geçirmiştir. Mekke’de bulunan Kâbe Allah izin verirse, artık putlardan temizlenecektir. Müslümanlar kararlı bir şekilde Mekke’ye doğru yürüyorlar. Bu yürüyüşün özü, Arabistan’ın kalbi Mekke, Mekke’nin kalbi Kâbe’nin özgürlüğe ulaştırılması, şirkten kurtarılmasıdır. Böylece Peygamberin Mekke’de başlayan tebliği, sürgünü, devlet kuruşu, Mekke’nin fethiyle anlam kazanacaktır. Bu niyetlerle, bu azimle bütün Müslümanlar hareket halindedirler. Mekke’nin o dönemdeki reisi Ebu Süfyan Müslümanların Mekke’ye doğru hareket ettiklerini öğrenince, Müslümanların ordusunu izlemeye çıkmıştır. Gördüğü manzara dehşet vericidir. Müslümanlar Mekke’yi çember içine almışlardır. Artık Mekkelilerin kaçacakları bir yer yoktur. Mekke’yi kuşatan ordunun sayısını bilen yok. Müslüman ordusu yolda iken, henüz Müslüman olmayan bazı Arap toplulukları da İslam’a girerek orduya katılıyorlar. Rivayetlere göre Mekke’nin etrafını çeviren Müslüman ordusu dört kısma ayrılmış. Mekke’yi her yönden muhasaraya almıştır. Bir gece bir anda on bin ateş yaktılar. Ortalık sanki gündüz gibiydi. Mekke aydınlanmış, insanlar şaşkınlıkla etrafını saran Müslüman ordusunu Mekke’nin yüksek evlerinden seyrediyorlardı. Zaten Mekke’nin nüfusu neydi ki? Yaklaşık on bin civarında olan Mekke nüfusu Müslümanlara açtığı savaşlar sonucunda bir hayli azalmıştı. Bedir, Uhut, Hendek savaşları Mekkelileri hüsrana uğratmış. Müslümanlar gittikçe çoğalırken putperest Araplar gittikçe azalmışlardı. Mekke’nin etrafında on bin ateş yakan Müslümanlar, Mekke’de yaşayan insanlardan çok fazlaydı. Kaldı ki, Mekke’nin nüfusunun içinde kadınlar, yaşlılar, çocuklar vardı. Savaş için asker çıkarmaya çalışsalar belki iki bin kişi bulamayacaklardı. Ama etraflarını saran Müslümanlar on binleri aşmıştı. İçlerinde kadınlar, çocuklar, yaşlılar yoktu. |
#4
|
||||
|
||||
Müslüman ordu Mekke’ye hareket ederken, Allah’ın resulü, kadınlara, çocuklara, yaşlılara dokunulmayacak. Savaşmayanlara dokunulmayacak. Önceden biriken kinler, nefretler, intikamlar yok sayılacak diyordu. Birkaç ufak çatışmanın dışında Mekke sessiz sedasız teslim olmuştu. Aynı Nasr suresindeki ifadeler gerçekleşmişti. . “Allah’ın yardımı, fetih geldiğinde, insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde” Evet insanlar Allah’ın dinine bölük bölük girmişlerdi. Allah’ın yardımı gelmişti. Fetih gerçekleşmişti. Müslümanlar Arabistan’da kesin bir zafere ulaşmışlardı. Peki ayetlerin devamı ne diyor? Bütün bunlar gerçekleştiğinde “Rabbine hamd ederek tespihte bulun. Rabbinden bağışlanma dile. Çünkü O tövbeleri çok kabul edendir” Şimdi sormak lazım, ne yani, resul bölük bölük insanların geldiğini görmekle suç mu işlemişti? Mekke’yi fetih edip zafere ulaşarak suç mu işlemişti? Bunun için mi Rabbine ham edecek, Rabbine tövbe edecek, yani özür dileyecekti? Tefsir okumalarımda Allah ondan binlerce kere razı olsun değerli bir ilim adamımız, ayetlerdeki inceliğe dikkat çekiyordu. Allah resulüne hitap ederek bütün Müslümanlara işin özünü anlatıyordu. Allah’ın yardımına mazhar olduğunuzda, eğer aklınıza çalıştım, çabaladım onun için Allah bana yardım etti diye bir düşünce içinizden geçerse… Allah’ın zaferi, fethi geldiği zaman, biz yaptık, biz çabaladık onun için zaferi, fethi hak ettik gibi bir düşünce içinizden geçerse. İnsanların tebliğleriniz neticesinde kalabalıklar halinde İslam’a girerek hidayet ettikleriniz gördüğünüzde, bizim tebliğlerimiz sayesinde hidayet ettiler gibi bir düşünce içinizden geçerse… Dönün rabbinize, önce bütün bunları size bahşettiği için Rabbinize şükür edin. Sonra güzelce tövbe edin. Çünkü bunların hiç biri sizin eylemleriniz karşılığında değil, size Allah’ın nimeti olarak verilmiştir. Bakın resullerin hayatına, sizden daha güzel tebliğ eden, Allah yolunda mücadele edenler vardı. Allah onlara zaferini, fethini nasip etmedi. Onların tebliğinin karşılığında insanlar kalabalıklar halinde hidayet etmediler. Bunun nedenlerinin sizinle bir ilgisi yok. Bütün bunların nedeni Allah’ın bilgisi dâhilinde… Bütün bunlar Allah’ın elinde… İster verir, ister vermez. Allah dilerse sizi başarıya ulaştırarak imtihan eder. Dilerse sizi başarısız kılarak imtihan eder. Önemli olan sizin Allah’ın yolunda azimle, sabırla yürümenizdir. Yaşamınızı Allah’ın yoluna göre kurmanızdır. Ortalama altmış yetmiş yıllık ömürde, üzerinize düşen görevi yapmanızdır.
Bütün bu özler, insanı kendine döndürüyor. İslam olmayı, yani barışta, huzurda, esenlikte olmayı, insanın benliğinde gerçekleştiriyor. Ayetlerinin özünü kavrayan Müslüman, başarsa da başarmasa da, tebliğlerine cevap bulsa da, bulmasa da, görevini yapmanın bilgisi, bilinci, dinginliğiyle barışı, esenliği, huzuru yaşıyor. Aksi olsaydı, hidayet, zafer, yardım, fetih elinde olsaydı. O zaman başarısızlıklarının karşılığında üzülecek. İçyapısında kavga verecek. Ahlarını vahlarını yükseltecekti. Veya zafere, fethe ulaştığında, tebliğlerine cevaplar bulduğunda, övünecek, kibirlenecek yoldan çıkacaktı. Bize vasat insan, vasat ümmet olmayı öğreten Allah, bizi verdiği görevlerle sınırlandırdı. Biz görevlerimizi gücümüzün yettiğince yapmakla mükellefiz. Gücümüzü aşan hiçbir şeyden sorumlu değiliz. Nitekim Allah Bakara suresinin 233. Ayetinde “Hiçbir kimseye gücünün üstünde bir yük ve sorumluluk teklif edilmez” diyerek bize, gücümüz üzerinde görevler vererek, hiçbir şekilde bizi zorlamayacağını ifade etmektedir. İnsanın kendisini zorlaması, zorlayarak sıkıntıya düşmesi böylece, aklıyla, beyniyle, kalbiyle, benliğiyle savaşa girmesi, genelde gücünün üstünde sorumluluklar yüklendiği içindir. Allah barışa, huzura, esenliğe götürmek istediği insana, kendini çok zorlama diyor. Aklını, duygularını, benliğini ayetlerin özüne göre hareket ettir. O zaman sorumluluklarını anlayacaksın. Değilse, bilgisiz, bilinçsiz sorumluluklar üstleneceksin. Kendini zorlayacaksın. Kendini başarıya odaklayacaksın. Başaramadıkça kişiliğinde savaş vereceksin. Savaşı dindir. Rabbine uy diyor. Günümüzde Müslümanların en büyük handikaplarından birisi budur. İşte içinde bulunduğumuz hal. Müslümanlar kendilerine afakî hedefler koyuyorlar. Kendilerini gerekmeyen sorumlulukların içine sokuyorlar. Kimi; henüz Müslüman kimliğini tamamlamadan İslam’ın bütün yükünü sırtlanmayı hedefliyor. Kimi; tek kişi veya üç beş kişiyle, içinde yaşadıkları düzenle savaş planları yapıyor. Kimi; İslam dinine ait çalışmalar altında bir sürü organizasyonlarla uğraşıyor. Kimi; tebliğlerinin arkasından hemen insanların cevap vermesini bekliyor. Kimi; Allah yasakladığı halde, gaybın anahtarlarıyla uğraşıyor. Bilgisi Allah’ın elinde olan konularda, aklını, fikrini yoruyor. Zamanını öldürüyor. Müslüman kardeşleriyle söz düellosuna giriyor. |
#5
|
||||
|
||||
Velhasıl örnekler çoğaltılabilir. Bütün bunların kaosunu yaşayan Müslümanlar, neticeye ulaşamadıklarını görünce, “ne yapmalıyız” sorusunu gündeme getiriyor. Düzenin yazboz tahtası yasaları gibi, her başarısızlıkta üç beş kişi veya daha büyük topluluklarla, Müslümanlar bir araya gelerek “ne yapacağız” konusunu tartışıyor. Yeniden İslam’ı mücadelenin kurallarını belirliyor. Neden? Nedeni basit, Allah’ın yalın, basit, açık, net emrettiği kuralları uygulama yerine, hayalindeki hedefe doğru kendi ürettiği kuralları uygulamaya çalışıyor. Neticesini bekliyor. Netice olmayınca sıkıntıya düşüyor. İçinde savaş vermeye başlıyor. Hâlbuki bir bilse, hedeflediği her şey Allah’ın elinde... Allah nasip etmediği müddetçe hiçbir şey gerçekleşmeyecek.
Müslümanların yaşadığı bu sendrom, iç barışlarını, esenliğini, huzurunu sağlamıyor. Nedeni İslam’ın ilkelerinden, kurallarından uzaklaşmalarıdır. Hâlbuki Müslümanlar Allah’tan gelen ayetleri işitip itaat etseler… Kendilerinin yetkisi olmayan şeylere karışmasalar her şey düzelecek. İnsanlar kendi koydukları kuralları yapma yerine Allah’ın kurallarını hayatlarına geçirseler, akıllarına, kalplerine, fikirlerine, yaşamlarına, barış, huzur, esenlik gelecek. Zira Allah’ın vaadi haktır. Asla hakkın gaspı yoktur. |
#6
|
||||
|
||||
Allah resulünden gelen bir rivayette, “en büyük cihadın (mücadelenin) nefsin yani benliğin terbiyesi” sözünün anlamı bu olsa gerekir. İnsanın Allah’tan gelen görevleri, hiçbir şekilde kendi hayalleriyle, arzularıyla, hevesleriyle süslemeden, ihlâsla yani samimiyetle yerine getirmesi, en büyük cihat olsa gerekir. Çünkü ancak o zaman, insanın nefsi, yani benliği barışı, huzuru, esenliği yaşayacak. İnsana denge gelecek. İnsan, doğa ilişkilerinde adil olması gerçekleşebilecektir. Değilse, aklını, duygularını, düşüncelerini, eylemlerini, nefsindeki kine, intikama, hırsa, hayallere teslim etmiş olacaktır.
Din; Türk dil kurumunun sözlük anlamında, “Doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara, tanrıya inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum. Bu nitelikteki inançları, kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen. İnanılıp çok bağlanılan, düşünce, inanç veya ülkü” anlamlarında açıklanmıştır. Lügat anlamında ise, “yasa, örf, bireysel, toplumsal yaşama düzeni” olarak Arapça anlamlarıyla ayetlerde geçmektedir. Bu anlamıyla Türk Dil kurumunda da, inanılıp çok bağlanılan, düşünce, inanç, ülkü olarak dile getiriliyor. Düşünce bireysel, toplumsal olabilir. Bir felsefi, fikirsel, yaşama düzeni olabilir. Allah’ın ayetlerinde, din kelimesinin genelde yaşama düzeni olarak kullanıldığını görüyoruz. Allah ayetlerinde, “Onlar atalar dinine uyarlar” derken, putperestlerin uydukları şey atalar dininden gelen örflere, kurallara göre oluşan yaşama düzenidir. Müslümanlara size din gönderdik derken, atalar dinini terk ederek, yeni bir düşünce, yaşama düzenine geçiş ele alınır. Şeriat, yani yol belirlemek dinin temelidir. Belirlenen yoldaki, ilkeler, kurallar, metot, hedef, Allah’ın ayetlerinin ele aldığı konulardır. İslam dini dediğimizde, İslam’ın içeriğinde olan manaların dinle birleşmesidir. Anlamları birlikte düşünürsek, İslam dini, barışın, huzurun, esenliğin esas alındığı yaşama düzenine ilişkin, ilkeleri, yasaları, metodu, hedefi belirleyen kuralların tamamıdır. Allah insanlara, kendi katından, barışı, huzuru, esenliği esas alan, inancın, düşüncenin, yaşama düzeninin, ilkesini, yasalarını, metodunu, hedefini ayetleriyle gönderir. Böylece Allah’ın gönderdiği dine inanan, yaşayan insanlar, kendilerinden bir şey katmadan, Allah’ın ilkesine, yasalarına, metoduna, hedefine uygun düşünürler, yaşarlar. Böyle yaparak esenliğe, barışa, huzura kavuşurlar. Aksi halde akıllarından ürettikleri düşünce, yaşam biçimleriyle sürekli savaş içinde bulunurlar. Nitekim bugün insanlığın içine düştüğü kaos budur. Sürekli değişen ilkeler, yasalar, metotlar, hedefler, insanlarda, barış, huzur, esenlik bırakmaz. Çıkar çevreleri, bu durumdan yararlanırlar. İnsanları oyalamak için, palyatif meşgaleler bulurlar. Sınırsız eğlence, kumar, yarışmalar düzenleyerek insanları oyalamayı seçerler. Çünkü insanları oyalamazlarsa, insanların içindeki huzursuzluk, savaşı ortaya çıkarır. Hâlbuki onlar, insanların savaşmasını istemez, huzurluklarından çıkar sağlamak isterler. Gerçi bugün çıkar çevreleri savaşlardan da iyi yarar sağlıyorlar. Silah tüccarları bu konuda belki de çıkar gruplarının en karlılarıdır. Ancak hayat hep savaş olmadığına göre, silah tüccarlığı dışında da ticaret kapsamını düşünerek, çıkar çevreleri barış ortamında tüketici sınıfların olmasını çıkarlarına daha çok uygun görürler. Toplumda İslam dinini hâkim kılmak, Allah’ın insanlara gönderdiği, barışı, huzuru, esenliği hâkim kılmaktır. Allah’ın ayetlerinden anlaşılan, insanla, Allah arasında iki türlü akit vardır. Birincisi insanın Allah’a inanıp gönderdiği barış, huzur, esenlik yolunda yürümesi. İkincisi ise, Allah’a isyan ederek, kendisinin ürettiği barış, huzur, esenlik yolunda yürümesidir. Her iki akitte de insanlar Allah’a karşı sorumluluklarını yürütürler. Ahiretteki hesapta her insan yaptığı aktin karşılığını bulur. Allah’a isyan eden insanlar kendi düşüncelerine göre yaşama düzeni oluşturmaya çalışırlar. Allah bu konuda, hiçbir insanın, kendisi gibi, insanların lehine olacak, insanlar arasında, barışı, huzuru, esenliği sağlayacak bir düzen oluşturamayacaklarını belirten ayetler göndermiştir. Hırslı, bencil, kibirli, güçlü olanlar, diğer insanları kendilerine köle kılmayı amaçlarlar. Yarattıkları köle düzeniyle, kulları kullara kul yaparlar. Yani insanları, insanlara taptırırlar. Böylece insan benliğine saldırı insan tarafından yapılmış olur. İnsan aklı, mantığı, iradesi, fikri ve yaşamı üzerinde insanlar tarafından kurulan hâkimiyetin özü, insanın insanları köleleştirmesidir. |
#7
|
||||
|
||||
Onun için Allah’ın Müslümanlara verdiği görev İslam dinini bütün dünyaya hâkim kılmaktır. Allah Bakara suresinin 193. Ayetinde “Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır ” demektedir.
Ayetin anlamına dikkat ederseniz bazı esaslar ortaya çıkıyor. Birincisi, hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya kadar, İkincisi; din yalnız Allah’ın oluncaya kadar, Üçüncüsü; savaştıklarınız savaşa son verirse, sizde son verin uzatmayın. Dördüncüsü; Müslümanların düşmanlığı sadece zalimlere karşıdır. Şimdi ifadeler üzerinde duralım. Yeryüzünde hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya kadar mücadeleyi veya savaşı sürdürmekle görevliyiz. Önce bu görevin ne demek olduğu üzerinde duralım. Birinci anlamında, zulüm, insan aklı, mantığı, iradesi, düşüncesi, yaşamı üzerine bir başka insanın egemenlik kurmasıdır. İkinci anlamında ise, insanın, bir başkasının haklarına saldırmasıdır. Barışı, huzuru, esenliği esas alan Allah, yarattığı insanların köleleştirilmesine, haklarının gasp edilmesine razı değildir. Onun için Müslümanlara bu işe son vermeleri görevini verir. Tabi Müslümanlar bu görevi yerine getirirken güçleri orantısında sorumludurlar. Gücü olmayan bir toplumun, diğer toplumları zulümden, baskıdan kurtarması mümkün değildir. Çünkü zulüm Müslümanların oluşturacağı toplumda, Allah’ın yasalarının uygulanmasıyla zaten kaldırılmıştır. Burada söz konusu edilen zulüm ve baskı, Müslümanların oluşturduğu toplumun dışındaki toplumlarda gerçekleşmektedir. Başka toplumların zulümden kurtulmak için çağrılarına karşılık Allah Nisa 75. Ayetinde “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve "Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver" diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” diyor. Ayette görüldüğü gibi, Müslümanlar devlet olduklarında, dünyada, barışı, huzuru, esenliği sağlamak için, zulümden baskıdan kurtulmak için yalvarıp duran, zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar, çocuklar uğruna savaşmaları gerekiyor. Çünkü Müslümanlar her ne olursa olsun güçleri orantısında yeryüzünde barışı, huzuru, esenliği, adaleti sağlamakla görevliler. Zulüm görenlerin Müslüman olup olmaması önemli değildir. Zulüm, baskı görenlerin her ne olursa olsun insanca, özgür yaşama hakları vardır. Allah’a olan hidayetleri, Allah ile insanlar arasındadır. Onun için Müslümanların şöyle bir söz söyleme hakları yoktur. “Onlar Müslüman olmadıkça biz onlara yardım etmeyiz” Böyle bir sözü söyleyen Müslümanların Allah’ın ayetleriyle, diniyle ilgileri yoktur. Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşın. Yani; toplumda Allah’ın barış, huzur, esenlik için koyduğu, ilkeler, yasalar sağlanıncaya kadar savaşın. Allah’tan başka hiçbir varlığın, insanın, gücün, insanların inanması, düşünmesi, yaşaması için kurallar belirtmeye, bildirmeye, yasalarıyla insanlara hükmetmeye hakkı yoktur. Böyle yapan insanlar kendilerini ilah yerine koymuş, insanlar üzerine haksız hâkimiyet kurmuşlardır. Allah yarattığı kullarının safında yer alarak, bu durumu asla kabul etmez. Onun için Müslümanlara görev verir. Yeryüzünde insanların aklı, mantığı, iradesi, inancı, fikri, yaşamı üzerinde egemenlik kurmaya kalkanlar varsa onları engelleyin der. Bunu yapanlar Müslümanlar arasından olabilir. Müslüman olmayanlar arasından olabilir. Nitekim geçmişte, günümüzde İslam adına, insanların aklı, mantığı, iradesi, inancı, düşüncesi ve yaşamı üzerinde egemenlik kurmak isteyen, kişiler, kurumlar olmuştur. Allah bu durumu kulların kulları kendine köle kılması olarak değerlendiriyor. Bakara suresinin 256. Ayetinde “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” diyor. Buradaki tağut, insanlar üzerinde Allah’ın kurallarına rağmen, kendi kurallarıyla egemenlik kurarak, insanlara zulüm eden, onları baskılayandır. Kişinin Müslüman olup olmaması, Allah ile kişi arasındadır. Hidayet Allah’ın elindedir. Bu nedenle insanlar hidayete karışamazlar. Ancak; insanlar hidayet etseler de, etmeseler de Müslümanların görevi, köleleştirilen, köleleştirilmeye çalışılan insanlara yardım edip onları, zulümden, baskıdan kurtarmaktır. |
#8
|
||||
|
||||
Allah’ın Müslümanlara önerdiği barış, huzur, esenlik, her insanın özgürce, inancını yaşabileceği ortamın sağlanmasıdır. İşte bu nedenle, Medine’de 4000 Yahudi, 4500 putperest Arap ve 1500 Müslüman bir araya gelerek, barış, huzur, esenlik üzerine birleştiler. Bu birleşimi, bütün dünyaya götürmeye karar verdiler. Hiçbir insanın, gücün barışlarını, huzurlarını, esenliklerini bozmalarına izin vermeyeceklerine söz verdiler. Böylece dini Allah’a halis kıldılar. Zira dini Allah’a halis kılmak, sadece Müslümanlara gönderilen yasaların uygulanması değildi. Dini Allah’a halis kılmak geniş anlamıyla insanları, zulümden, baskıdan kurtarıp özgürce yaşamalarını sağlamaktı. Yeryüzünün tamamında Allah’ın dinini halis kılmak, yeryüzündeki zalimlerin (tağutların) egemenliğine son vermek, dini ne olursa olsun bütün halkları, kendi yaşamlarını yaşamada özgür kılmaktır. Ne yazık ki, Allah’ın bu hükmü Müslümanlarca yeterince anlaşılamamıştır. Müslümanların çoğu, Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmayı, Allah’ın Müslümanlar için emrettiği hükümlerin bütün insanların üzerine uygulanması olarak algılıyor. Hâlbuki Allah önce insanı özgürleştirmeyi hedef alıyor. Özgürleşen insan rahatça, akıl edecek, mantık kuracak, iradesiyle özgürce dinini seçecekti. Hâlbuki baskı, zulüm altındaki insanlar özgürce akıl edemiyor, mantık kuramıyor, iradeleriyle karar veremiyorlardı. Allah Müslümanlara ayetlerinde görev vererek, öncelikle insanları özgürleştirmelerini istedi. Özgürleşen insanlar zaten kulların kulluğundan kurtulmuş olacaklardı. Yani, kelime-i tevhit esası içindeki la, yani hayır demeyi gerçekleştirmiş olacaklardı. Arkasından gelen Allah’ı ilahları olarak tanımalarıydı. Allah’ı ilah olarak tanımak ise, sadece Allah’ın benlikleri üzerinde hâkimiyeti olduğunun bilincinde olmaları, benlikleri üzerinde başka hâkimiyet kurucuları ret etmeleriydi. İnsanlar ancak, Allah’ın gönderdiği yasalara uyarak ve insanların yazboz yasalarından kurtularak özgürleşebilirlerdi. Bunun için zeminin hazırlanması, yani insanları özgürleştirilmesi, Allah’ın dinini toplumlara halis kılmak olarak Müslümanlara emredildi. Böylece Müslümanlar, hem kendi toplumlarında, hem Müslüman olmayan toplumlarda insanları özgürleştirerek, Allah’ın dinini halis kılacaklardı.
MEHMET ÇOBAN Zaman ayirip okuyanlarin gözüne gönlüne saglik |