Vaybee!
  |   Mitglied werden   |   Hilfe   |   Login
 
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum > Wissenschaften & Weltansichten


Hilfe Kalender Heutige Beiträge

Antwort
 
Themen-Optionen Thema durchsuchen
  #1  
Alt 07.05.2015, 20:25
Benutzerbild von Caka_Bey
Caka_Bey Caka_Bey ist offline
Erfahrener Benutzer
 
Registriert seit: 01.03.2015
Beiträge: 406
Standard Çakır

Babasıyla birlikte gelmişlerdi ilk gün. Uzun, sarı saçları; pek belli olmayan siyah önlüğünün üzerine dökülmüştü. Elindeki küçük çantayı bağrına basmış, “sahip olduğu tek değerli şeymiş” gibi sıkı sıkıya kucaklamıştı.

Elimle omzundan tutup:

— Adın ne senin güzel kız, dedim.

Gözlerini yere dikip söyleyip söylememek arasında nazla:

— Çakır, dedi usulca.

Çömelip karşısına oturdum. Minicik, tombul yüzünü avuçlarımın içine alarak başını yukarı kaldırdım. Gök mavisiydi, deniz mavisiydi gözleri. Adını koyamadığım bir maviydi...

— Adı Emine, dedi babası. Hep “Çakır” dedik. Adını öyle bilir o.

Çiçek bozuğu bir çehreyle tarla sınırlarında biten bir çavdarı andırıyordu babası. Uzun, çelimsiz bir vücudu vardı. Bir eliyle koltuk değneğine dayanıyor, diğer eliyle göğsünü tutuyordu. İlk bakışta Çakır’ı böyle birine yakıştıramıyordu insan.

— Çakır size emanet hocam, dedi babası. Yalnız büyümüştür. Biraz nazlıdır, kusuruna bakma.

Sınıfa ilk girdiği gün çok ağlamıştı Çakır. Gün boyu ağlamıştı. “Korkuyorum.” diye bağırmıştı. “Bu çocuklardan korkuyorum, senden korkuyorum!”

Benden korkuyordu Çakır, hepimizden korkuyordu. “Yalnız büyümüştür hocam, el içine çıkmamıştır, yalnız büyümüştür...” kulaklarımda yankılanıyordu babasının söyledikleri.

Daha sonraki günlerde de ağladı Çakır. Dersten çıkıp gittiği de oldu. Ama her defasında kendi geldi sınıfa. Hiçbir şey söylemezdim. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu yine. Dayanamadım. Yanına vardığımda kollarıyla yüzünü sakladı. Gözyaşları ağzına, burnuna doluyordu. Cebimden mendilimi çıkarıp burnunu sildim. Sümüklü mendili cebime koyduğumda şaşkın şaşkın bana bakmış, buna bir anlam verememişti önce. “Hiç kimsenin yapmadığını yaptı.” der gibi bir anlam belirdi gözlerinde. Duygulandı. Sıraya kapanıp uzun uzun ağladı.

Günler geçtikçe ağlamayı bıraktı. Arkadaşlığımız daha da ilerlemişti. Okula erken geldiğini görüyordum. Ara sıra dinlenme saatlerinde birlikte gezer, sağdan soldan konuşurduk.

— Öğretmenim, mendiliniz kirli mi, diye sormuştu bir gün.

— Hayır, niye sordun Çakır, demiştim.

— Ağlayan çocuklara gerekir belki. Kirliyse yıkayayım, demişti.

Bu, zayıf vücuduma indirilen bir darbeydi sanki. İçimde bir şeyler koptu onarılamayan. Bu küçük bedende ince bir ruh saklıydı. Demek unutmuyorlardı çocuklar kendilerine yapılanları.

Arada sırada da babası gelir, Çakır’ı sorardı. “Değişti hocam.” derdi. “Değişti Çakır’ım. Bir sevimli oldu, bir güleç oldu ki hep seni anlatıyor durmadan. Hep arkadaşlarını anlatıyor. Neler okuduğunuzu da...”

Gerçekten değişmişti Çakır. Herkesten önce sınıfa gelir, herkesten sonra çıkardı. Her sabah okulun dış kapısında beni karşılar, “Günaydın!” derdi. Bazen nereden bulursa bulur, çiçek getirirdi.

— Sen varken çiçeklere ne gerek var Çakır, dediğimde beyaz yanakları allaşır, utanırmış gibi yere bakardı.

Çalışkan değildi. Çalışkan olmaya zaman bulamadığını biliyordum. İçliydi, duyguluydu. Kimseyi kırdığını duymadım yıllarca.

Bir gün bahçenin köşesinde ağlar buldum Çakır’ı

— Ne oldu Çakır? Biri mi dövdü?

— Hayır öğretmenim. Bando takımına girmek istiyordum. Almadılar beni.

— Ben konuşurum görevli öğretmenle, dedim. Sen üzülme!

“Boyu küçük, yorulur.” diye almamışlardı.

— Gelecek yıla Çakır, dedim. Biraz büyümeliymişsin.

— Babam beni seyredemeyecek, dedi. Uzaklaştı dolu gözlerle.

Nazarla büyüdü Çakır. Bando takımına girdi. İlk bayramda babasını görünce nasıl da gururlanmıştı. Beş yıl boyunca hiç kızmadım Çakır’a, kızamadım. Koskocaman harflerle “Çakır” yazdığında bile defterime.

— Saçların ağarmış, dedi bir gün. Acıyıp acımayacağını düşünmeden bir beyaz tel kopardı saçlarımdan.

— Hiç yakışmayacak öğretmenim. Sen hiç yaşlanma.

— Mümkün mü Çakır? Yıllara karşı koymak mümkün mü? Bak, sen bile karşı koyamadın, büyüdün. Yaşlanmamak mümkün mü?

— Değil, değil, dedi. Anlamlı anlamlı...

“ Öğretmenim, anneniz var mı sizin?” dedi.

Soru doluydu yüreği. Anlatacağı bir şeyler olunca benimle ilgili sorular yöneltir, sonra kendisine geçerdi.

— Var. Niye sordun?

İçini çekti, düşünekaldı öylece.


— Benim yok, dedi.

— Biliyorum, benim de babam yok, dedim.

Yokluktan yana bir ortak yanımızın olması onu rahatlatmıştı sanki.

— Anamı hiç tanımadım, ben küçükken bırakıp gitmiş bizi. Ablam da yedi yaşındaymış daha. Gitmiş mi, götürmüşler mi, onu bilemedim. Bir şeyler söyledi bana büyüklerim. “Gitti.” dediler, öyle bildim.

“Biliyorum, Çakır; her şeyi biliyorum. Aradan uzun yıllar geçmiş, üzülmek neyi değiştirir?” dedim.

İçinden neler geliyorsa olduğu gibi anlatmıştı. Anlattıkça mutlu oluyor, mutlu oldukça anlatıyordu durmadan.

— Babam büyüttü ikimizi. Çok yoksulluk çekti babam. Hastaydı, sakattı. Erken emekli ettiler belediyeden. Bir at, bir araba almıştı babam, emeklilik parasıyla. Ablamla sabah erken uyanır, yemeğini biz hazırlardık, biz uğurlardık babamı işe.

“Ne oldu ata, arabaya?” dedim.

— Sattı. Çalışamaz olunca sattı. Hastalığı iyice ilerledi babamın. Dış eşikte ablamla oturur, babamın dönüşünü beklerdik. Göremezdik; ama ileriki sokaklardan tanırdık arabamızın sesini. Şimdi araba tıkırtıları da kesildi sokaklardan.

Bir büyük insandı sanki karşımdaki. Öyle anlamlı, öyle duygulu konuşuyordu ki, insanın yüreği sızlıyordu derinden.

— Çakır, çok duygulu bir kızsın. Her şey çok üzüyor seni. Oysa sen akıllısın. Akıllı insanlar; akılcı düşünür, dedim. Babanın hastalığını da çok iyi biliyorum. Bana anlattıklarının tümünü de. Yeter ki üzülme sen. Her şeyin bir çaresi bulunur, diye devam ettim.

Şaşkın şaşkın yüzüme baktığını hiç unutmam.

— Nereden biliyorsunuz öğretmenim? Ben hiç anlatmamıştım ki size?

— Çakır, bir gece ben size geldim. Sen uyuyordun. Uyandırmadık seni. Uzun uzun konuştuk babanla.

Şaşkınlığı daha da artmıştı.

— Doğru mu söylüyorsunuz öğretmenim?

— Yalan söyler miyim hiç?

Yüzü kızarmıştı. Üzerine hafif bir mahcubiyetin çöktüğünü görüyordum. Ev sahibinin, konuğunu ağırlayamamasının verdiği üzüntüyle:

— Tüh! Bilseydim geleceğinizi, uyumazdım erkenden diyerek dövündü.

Babasıyla uzun uzun konuşmuştuk o gece. Çakır’ın anasının nasıl gittiğini anlattı. Nasıl sakatlandığını anlattı durmadan.

— İki kızıma analık yaptım hocam, dedi. Analarını aratmadım onlara. Gözü dışarıda bir kadındı anaları. Para delisiydi...

Bunları söylerken utancından yere geçiyordu sanki. “Sen yabancı değilsin.” diyordu. Astımlıydı adamcağız. Soluk soluğa kalıyordu anlatırken.

Büyük kızını da okula verememişti. “Evlenme çağı geldi.” diyordu. “Yakında gider, o!” Çakır’ı okutmak istiyordu. Çok yalvarmıştı, “Elinden geleni yap.” diye.

***

Üç gündür Çakır’ı göremiyordum sınıfta. Çocuklara sordum. Bilmiyorlardı. “Neden gelmiyor?” diye yorum yaptık. “Hastadır.” dedik. “İşi çıkmıştır.”, “Babası hastadır.”

Ertesi gün geldi Çakır. Sararmış, solmuştu. Her zaman boncuk boncuk duran gözlerde ışıklar sönmüştü sanki. Bir yalnızlık, bir uçurum okunuyordu gözlerinde.

“Çakır, hasta mıydın, okula üç gündür gelmedin?” dedim.

Dudakları titredi. Gözlerinden iri iri taneler yuvarlandı dudaklarına. Gizlemek istercesine tutuyordu gözyaşlarını. Ağladı sarsıla sarsıla.

Anlamıştım olanları. Karşılık verdim gözyaşlarına.

— Engel olamadım öğretmenim, dedi boğuk boğuk. Babamın ölümüne engel olamadım. Senden ayrılmaya da olamayacağım.

Kaskatı bir şeyler düğümlenmişti boğazıma. Gözyaşlarım eritmek istercesine bu katılığı, yanaklarımdan kayıyordu.

Arkadaşları ağlıyorlardı...

Okulun son günleriydi. Mahalle muhtarını okula çağırtıp Çakır’ın durumunu görüşmüştük. Yurda vermek istiyorduk Çakır’ı. Durumu kabul ettirmek bana düşüyordu. “O, beni dinler!” demiştim.

Yarın karneleri alacaklardı. Kimileri sevinçli, kimileri üzgündü çocukların. “Günlerden çarşambayı, sayılardan yirmi yediyi hiç sevmiyorum.” diyordu.

“Keşke yarın hiç olmasa!” diyordu.

“Tüm sevdiklerim terk ettiler, siz de edeceksiniz.” diyordu.

İsyan ediyordu hep. Unutulmak, terk edilmek duygusu tüketiyordu onu. Oyunlarında bile arkadaşlarıyla pazarlık ettiğini “Yarıda bırakmak yok, bozuşmak yok, tamam mı?” gibi tembihlerle kendi duygularını güvence altına almak istediğini biliyordum.

Yine öyleydi bugün...

Herkesle ayrı ayrı vedalaşıyor karnelerini veriyordum. Yerini değiştirmiş, en arka sıradan birine geçmişti Çakır. Ne kadar uzak olursa, o kadar geç gelecekti kendine sıra. Hep bunu düşünüyordu.

Sıra Çakır’a geldiğinde oturduğu sıraya göz atmamla ayağa kalkması bir oldu. İstenmeyen adımlarla bana doğru yürüdü. Yüzünde öyle çaresiz bir anlam vardı ki, ölüm gibi bir şeydi.

Elinde küçük bir paket tutuyordu.

“Öğretmenim” dedi. Öğretmenim!

“Canım! Canım kızım!” dedim. Yanaklarından öptüm.

— Unutmayasın beni diye getirdim. Size göre değil; ama...

— Unutmam, unutamam. Ölürsem belki, dedim.

Yüzündeki acı mutluluğa dönüştü bir an. Bu anlamı hiç görmemiştim yüzünde.

“Söz mü?” dedi.

— Söz, dedim.

— İki damla, iki ayrı yol çiziyordu yanaklarında.

“Küçük Kemancı’nın Acıları”nı hediye etmişti bana. Kemancının çektiği acıları kendininkine benzetiyordu Çakır.

Bir de resmini koymuştu bir mektupla kitabın içine. Bir kalp çizmişti, kanayan...

“Bu resmi hep yanında taşı!”

— Çakır, dedim. Çakır, deli kız. Öğretmenin seni unutur mu hiç?

Unutamamıştım Çakır’ı. Her gördüğüm kızı Çakır’a benzetir. Onu andıran özellikler arardım. Kiminin gözlerini benzetirdim, kiminin davranışlarını. Ama hiç kimsede bulamazdım Çakır’ı.

***
Antwort



Forumregeln
Es ist Ihnen nicht erlaubt, neue Themen zu verfassen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, auf Beiträge zu antworten.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Anhänge anzufügen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Ihre Beiträge zu bearbeiten.

vB Code ist An.
Smileys sind An.
[IMG] Code ist An.
HTML-Code ist Aus.
Gehe zu