| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
#1
|
|||
|
|||
Timur'un Laneti
Bir Eylül akşamı. Semerkand. Hesap ettim, o öleli tam 601 yıl olmuştu ve ben işte firuze çinilerle kaplı türbesinin kapısındaydım. Akşam ezanı okundu okunacak. Lacivert bir sema, ılık bir denizde yüzüyormuş gibi yeğnileştiren bir hava. Şehir binlerce kez gördüğü rüyalarından birine daha dalıyor.
Emir Timur’un ya da tarihlerimizde geçtiği adıyla Timurlenk’in önündeyim. Çalıyorum türbenin kapısını. Bu saatlerde dinlenmeye çekilmiş olmalı. Çıt yok. Neden sonra naylon bir terliğin sürüklediği ayakların yaklaştığını işitiyorum. Kilit yuvasında dönüyor ve işte karşımda... Karşıma çıkan kel bir baş, kavruk bir çehre, pehlivanlara yakışır bir polat beden. Özbekçe ile Anadolu Türkçesinin çarpışmasından ben galip çıkıyorum. Bir tomar parayı sayan adam kenara çekiliyor ve işte mutlu son. Arkadaşlar rengarenk misketler gibi dağılıyorlar etrafa. Dijital makine vızıltıları hayranlık seslerine ulanıyor. Ve ben kendimi, Bursa’da Yeşil Türbe’de buluyorum. Çinilerde renk aynı, desen aynı, hatta boyutları bile aynı. Yeşil bir çini denizinde kulaç atıyorum. Pehlivan kılıklı adam anlatıyor sürekli... “Gur Emir”, diyor, “Emir Timur”, diyor, “Türkistan Fatihi” diyor. Hazinelerini anlatıyor sonra; şu ‘Uluğ Bey’in kayıp hazinesi’ diye bildiğimiz efsaneyi. Derken Timur’un huzurundayız. Muhteşem kubbenin altında bir çok mermer sanduka. O, hangisi acaba? Pehlivan endamlı rehberimiz ortadaki siyah mermeri işaret ediyor. ‘İşte’, diyor, “Gur Emir’in makberesi bu!’ Bu mu? Bu sade taşın altında mı yatıyor o dünyayı değiştirmeye kalkan, nehirleri tersine akıtmaya soyunan, Pekin’den Şam’a, Moskova’dan İzmir’e, Delhi’den Bahçesaray’a kadar Avrasya’nın tek hakimi? Semerkand’ı devrinin küresel aktörü kılan, başkentine hiç dönmeden tam 8 yıl cepheleri harmanlayan ve ölüm hariç girdiği her savaşı kazanan cihangirin sığındığı aşiyan şu mütevazi taşın altı mıydı? Orta yerdeki bu nadir siyah yeşim taşına yapışıp kalan bakışlarım Özbek rehberin uyarısıyla ayılıyor. Meğer Timur, hayattayken fevkalade hürmet gösterdiği şeyhi Emir Külâl hazretlerinin ayak ucuna gömülmeyi vasiyet etmiş. Gençliğinde, doğduğu Şehrisebz’de kendisi için hususi bir mezar yaptırmış olmasına rağmen Semerkand’da, Şeyhinin ışığına sığınmak ihtiyacını duymuş. Adamın anlattıkları Timur’un dünyasına dair bizce meçhul bir pencereyi oyuyordu. Gerçekten de “hain ve zalim” Timur derken tarihin menteşelerini biraz zorlamış olmuyor muyduk? Mesele Osmanlı torunlarına, yani bizlere göründüğünden başka türlü anlaşılabilir miydi? Ve Timur, küreselleşmeye karşı bir direnç noktası olabilir miydi Avrasya için? Siyah yeşim taşının yanlarında oğulları ve torunları, ayak ucunda da benim sevgili Uluğ Bey’im uzanmıştı. Dayanamayıp sandukaları çevreleyen mermer şebekeyi atladım ve mezarlara dokunmaya kadar vardırdım cüretkârlığımı. Artık bir Uluğ Bey’in yanındaydım, bir Şahruh’un. Ve elimi sonunda Gur Timur’un siyah mermerden sandukasına dokundurdum. Sovyetler Birliği döneminde pek çok meşhurun mezarı açılıp kemiklerinin incelendiği biliniyor. Tabii Timur’unki de. Hatta Timur’un mezarı açılmakla kalmamış, kemikleri “gezici bir müze” halinde Sovyet topraklarını adım adım dolaşmıştı. İşte tam bu sırada İkinci Dünya Savaşı patlamış ve milyonlarca Sovyet vatandaşı hayatını kaybetmişti. Timur’un kemikleri geziyor, insanlar kitleler halinde ölüyormuş. Kemiklerin ülkeye uğursuzluk getirdiğine inananlar da giderek çoğalıyormuş. Sonunda bir “bilen” çıkıp kemikleri türbesine yeniden gömmedikçe bu savaş bitmeyecek, milyonlar ölmeye devam edecek, demiş. Sonunda inanmışlar buna. Kemikleri 1945’de türbeye yeniden gömmüşler ve kısa bir süre sonra da savaş bitmiş! Buna hurafe diye gülüp geçebilirsiniz belki ama eski Sovyetler Birliği topraklarında nereye yolunuz düşerse düşsün, bu efsaneyi dinleyebilirsiniz. Hele ki “Gur Emir” dedikleri Timur’a sahip çıkan gözde şehri Semerkand’da. Rehberin anlattıkları karşısında elim siyah yeşim taşına yapışıp kalmıştı. Sevgili Bursa’mı, halifeler şehri Bağdat’ı vs. yaktırıp yıktıran ve Avrasya’da 35 yıl bir kasırga gibi esen bu adamın mezarına dokunmakla hata mı etmiştim? Yoksa “Timur’un laneti” beni de mi vuracaktı? Bunu bilemiyorum tabiatıyla. Bildiğim bir şey varsa, o da Timur’un kendi ülkesinde bir küresel aktör kılığına büründürülmüş ve Özbek gençliğinin önüne, bir model olarak konulmuş olduğudur. Nitekim eskiden üzerinde Lenin heykelleri yükselen kaideleri şimdilerde Timur heykelleri süslüyor. Semerkand’ı, Buhara’yı, Taşkent’i, Şehrisebz’i, velhasıl Maveraünnehir’i ve tabii Hoca Ahmed Yesevî’nin bereketinin ışıdığı Türkistan’ı ihya ve imar eden Timur portresi, Şam’ı, Bağdat’ı, İzmir’i, Sivas’ı, Moskova’yı yakıp yıkan Timur portresiyle güreşiyor. Barbar Timur mu, uygar Timur mu? Zalim Timur mu, âdil Timur mu? Yıkan Timur mu, yapan Timur mu? Dünyayı tersine döndürmeye kalkan Timur mu, yoksa işi gücü ‘Osmanlı’ya zarar vermek olan Timur mu? Zihnim bu zıt portreler arasında bocalarken, rehber kapıyı gösteriyordu. Çıkma vakti gelmiş. Dalgın bir şekilde elimi mermerin teninden çekip kapıya yöneldim. Tam türbeden çıkıyordum ki, omzumda bir hafifleme hissettim. Elimi attım, çantam! Timur çalmıştı benden! Telaşla bekçiye durumu anlatıp içeriye, mezarların olduğu salona yalnız başıma daldım. Salon bomboştu. Kimsecikler yoktu. Çantamı siyah mermerin yanı başına terk etmişim. Koca Timur’la baş başaydık. Sakına sakına yaklaşıp çantamı aldım, Uluğ Bey’le bakıştık, babası Şahruh’la da. Tam çıkacakken bir sır fısıldandı kara taşın içinden. “Anadolu’ya niçin geldim, biliyor musun?” dedi ve devam etti: “Muazzam büyüklükte bir Avrasya pazarı kurmaktı gayem. Merkezinde Semerkand’ın durduğu yeni bir dünya tasarımıydı bu. Buna giden yola taş koyacak bütün iktidar odaklarını dağıtıp etkisiz hale getirmekti amacım. Ve Karadeniz’e çıkış, hayatî önemdeydi benim için. İndüs vadisinin zenginlikleri Mısır’a, Suriye’ye, Akdeniz ada ve şehirlerine, Afrika’ya, Floransa’ya ve Madrit’e kadar kesintisiz ulaşmalıydı. Ama Bayezid ne yaptı? Kurduğum ticaret ağına bir mızrak gibi saplanmak istedi batıdan. Ankara, Sivas, Erzincan... Bıraksam, göz bebeklerimden Tebriz’e gelecekti sıra. Ve Karadeniz kapanacaktı süper gücümün önüne. Buydu Anadolu’ya gelişimin gerçek sebebi. Mesela, istesem hazır başsız kalmış Osmanlıları Balkanlarda takip eder, oraları da ele geçirirdim kolaylıkla. Ama amacım o değildi. Önemli olan, ticaret yollarımı kesintiye uğratan, iletken olmayan ülkeleri aradan çıkarıp bir seyyaliyet kazandırmaktı pazara. Semerkand merkezli yeni bir dünya kurmayı hedefliyordum. Kalp o olmalıydı, batıdaki damarları da Tebriz, Erzurum, Sivas, İzmir’den geçmeliydi. Zaten Yıldırım Bayezid’i Semerkand’a getirmek isteyişim de bununla alakalıydı. Gelip dünyanın merkezini görsün istemiştim. Gelseydi eğer, bir dünya başkenti nasıl kurulur, gösterecektim kendisine. Nasip olmadı, yolda vefat etti.” Zihnimin karanlık semasında şimşekler çaktıran bu ilginç yorumu hafızamın heybesine doldururken bekçinin naylon terliği koridordan seslendi. Gitmeliydim. Tam salondan çıkarken arkamdan seslendi siyah taş: “Hem Bursa Ulu Camii’ni benim yaktırdığım ve içini ahır eylediğim yazılıymış kitaplarınızda. Bu yüzden ilenirmişsiniz bana. Bil ki, bunu ben değil, Karamanoğlu yapmıştır.” Işıkları söndüren bekçi, ayaklarımın geri geri gittiğini görünce coştu ve başını iki yana sallayarak, “Aah, ah! Bugün dünyada Timur gibi bir dahi yönetici olsa Amerika hiç böyle pervasızlaşabilir miydi?” dedi. Yoksa, diye geçirdim içimden, Timur’un kemikleri Orta Doğu’da mı dolaşıyor şimdi de? Mustafa ARMAĞAN |