| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
|
||||
PÜF NOKTASI
PÜF NOKTASI
Püf noktası nedir; ismi “ALLAH” olanı, “İslâm” dini tanımlamasıyla anlatılan evrensel sistemi ve de “ben kimim, neyim” sorularının cevaplarını anlamanın?.. Niçin bu konularda sapmalar meydana geliyor? Niçin bir yerlerde takılıp, konunun tam resmini göremiyoruz? Niçin Kur’ân-ı Kerîm’i hakkıyla değerlendirip, olayı bütün açıklığıyla seyredemiyoruz? Elbette bunlar düşünebilen beyinlerin sorunu!.. Düşünmeden, yalnızca söylenenleri taklit ederek yaşayanlar için böyle bir sorun yok!. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerinin hakkıyla anlaşılması, Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilenlerin değerlendirilebilmesi için öncelikle şu iki gerçeği çok iyi fark etmek zorundayız: 1. Anlatılan sistemin evrensel boyutu, 2. Anlatılan sistemdeki kişinin yaşam boyutu. Bu konuları derin düşünme, hissetme ve yaşama uğraşı olan Tasavvuf çalışmalarında, iki seyirden söz edilir: 1. Seyri Âfâkî (evrensel gerçekleri fark etmek), 2. Seyri Enfüsî (kişisel gerçekleri fark etmek). Bu iki “seyir”den birincisi, ismi “ALLAH” olanın, ilminde yarattığı evrensel sistem ve düzenin tanınması sürecidir; ki buna “seyri âfâki” denir. İkincisi ise, kişinin kendi hakikatini (nefsini) tanıması çalışmalarıdır. Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyetinde, hem "seyri âfâkî", hem de "seyri enfüsî" yönünden fark edilmesi gerekli gerçekleri açıklar, vurgular!. Şayet kişi, o âyetleri yalnızca bir yönü ile değerlendirirse, konunun diğer yanından mahrum kalarak, o yönde bir düşünsel sapma içine girer!. Neden bu böyle olur? Çünkü bir yanlış algılama sonucu olarak, Kur’ân, Evrensel Sistem (sünnetullah) ve bunu yaratanı açıklayan kitap olmak yerine, “yukarıdaki bir tanrının buyruk kitabı” kabul edilmiştir!. Oysa, tüm gelmiş geçmiş hakikat ehli bunun böyle olmadığını anlatmaya ve yaşatmaya çalışmışlardır. İsmi “ALLAH” olanın ne olduğunu “Hazreti Muhammed’in Açıkladığı ALLAH” isimli kitabımızda, bu güne kadar üzerinde durulmadık bir şekilde irdelemeye çalıştık. Eğer o kitabı iyi anlayıp, o açıklamaları iyi değerlendirebildiysek, HOLOGRAFİK EVREN gerçekliğinden yola çıkarak, insanda, ismi “ALLAH” olanın varlığının ne şekilde açığa çıkmakta olduğunu fark edebiliriz. Hazreti Muhammed Mustafa’nın bahsedip bize fark ettirmeye çalıştığı gerçeklik, tanrı ve tanrılık kavramının olmayışı gerçeği yanı sıra; ismi “ALLAH” olanın ne olduğudur!. Kur’ân-ı Kerîm bunu açıklar ve anlatır!. O yüzden biz de, sürekli olarak “ismi ALLAH” diyerek, yalnızca isminin “ALLAH” olduğunu; ismin, resim yapılmaktan kaçınılmasını; bu isimle neye işaret edildiğinin iyi anlaşılması gerektiğini yazıp duruyoruz. Yazdıklarımızı “OKU”makta yetersiz olanların tüm eleştirilerine rağmen! Evet... Evrenin zâtı, Kayyum olanın Zâtı ile kâimdir!. Ama evren, tanrı değildir! İnsanın zâtı, Kayyum olanın Zâtı ile kâimdir! Ama insan, tanrı değildir! Evren, ismi “ALLAH” olanın, bildirilen kadarıyla isim ve sıfatlarının özellikleriyle varolmuştur ve sonsuza dek bu böyledir! İnsan, ismi “ALLAH” olanın, bildirilen kadarıyla isim ve sıfatlarının özellikleriyle varolmuştur ve sonsuza dek bu böyledir! Evren “Hay”dır (diridir-canlıdır); çünkü Allah “HAYY”dır! İnsan “Hay”dır (diridir-canlıdır); çünkü Allah “HAYY”dır! Evren şuurludur; çünkü Allah Âlim’dir! İnsan şuurludur; çünkü Allah Âlim’dir! İlim sıfatının açığa çıkışı şuur adını alır! Evren ismi ve resmi ardında, “Ulûhiyet”inin gereği olarak “Vahidiyeti” ile aşikâr olup, “Rahmaniyeti” ile her an yeni bir yaratışını ve oluşumu sürdüren, dilediğini var kılan “Rabb-ül âlemiyn” vardır! İnsan ismi ve resmi ardında, “Ulûhiyet”inin gereği olarak “Vahidiyeti” ile aşikâr olup, “Rahmaniyeti” ile her an yeni bir yaratışını ve oluşumu sürdüren, dilediğini var kılan “Rabb-ül âlemiyn” vardır! İşte bu şekilde evrende açığa çıkan her mertebe, aynıyla ve mikrosu ile insanda da mevcuttur; ki bu yüzden insan, kendini tanıyabildiği ölçüde, evreni tanıyabilir... Uluhiyet hakikati, insanın zâtını yaratırken, kendine ayna kılmış; Vahidiyeti ile onu “Vahid” yapmış; Rahmaniyeti ile her an ondan yaratışta bulunmuş; Rububiyeti ile insanın tüm fiillerinin Hâlik’i olmuştur!. Evrende vardır, “Arş”, “Kürsî”, yedi kat semâ ve yedi kat yer! İnsanda vardır, “Arş”, “Kürsî”, yedi kat semâ ve yedi kat yer! Evren vardır, tüm melekler ile! İnsan vardır, tüm melekler ile! Ve “hakikat” sonrasında dördüncü basamakta “marifetullah” ihsan edilmiş olanlar, bu mecâzların, sistem içinde neye işâret ettiklerini çok iyi “OKUR”lar!.. Bilirler, Arş’tan murat nedir, Kürsî neye işaret eder; melekler sistemin hangi kuvveleridir! “Her ne ararsan kendinde ara” işareti bu yüzdendir!. Kendini tanırsan mikro âlem olarak, evreni de tanırsın makro âlem olarak!. Ve böylece bilirsin âlemlerin RABB’ı kimdir, nedir!. Seyri enfüsi, insanda “nefsini bilme” diye anlatılan olaydır; ki bunu “NEFS NEDİR” isimli sohbetimizde anlatmıştık. (Ana sayfadaki ilgili linki tıklayarak dinleyebilirsiniz.) İşte bu gerçekliği öğrenmeye başlayan seyri enfüsî düşünce yolcuları, bir anlayış durağında, “kendini HAK olarak görmeye” başlar. Bunun ötesinde de “ben Hakkım, dilediğimi yaparım her şey bana mubah” noktasına saplanır. Buna “Mülhime nefs bilinci” (hakikatine dair ilham alan bilinç) veya Mülhime Girdabı denir; ki bu konunun detayı “Mülhime Bilinç” sohbetimizde mevcuttur. Bunu aşamayıp, “Mutmainne bilince” ulaşamazsa, bir süre sonra Emmare bilinci ağır basarak, Mülhime bilgisi ile de firavunlaşarak, herkesi ve her şeyi yanlış, kendini mükemmel görüp, o hâl üzere bu dünyadan ayrılır!. “Bu yolda nîce başlar kesilir; hiç soran olmaz!” ile buradaki kayıplara işaret edilir! Evet, insan, kendi hakikatini meydana getiren tüm bu gerçeklikler yanı sıra, elleriyle yaptıklarından da sorumludur!. Yani, her an, daha önce yaptıklarının sonuçlarını kaçınılmaz bir şekilde yaşamak durumundadır!. Vurgulayalım ki, kendinden ne düşünce veya fiîl açığa çıkmışsa, onun sonuçlarını da yaşamak mecburiyetindedir!. Bir diğer deyişle, bugününüz dününüzün sonucudur! Bu anlattıklarımız eğer anlaşıldı ise şimdi gelelim konunun püf noktasına... Hazreti Ebû Bekr’in en mükemmel şekilde vurguladığı üzere, “ALLAHI İDRAK, İDRAK EDİLEMEYECEĞİNİ İDRAKTIR” gerçeğini hiç gözden kaçırmamak kaydıyla, anlamaya çalışalım bu püf noktasını... Kur’ân-ı Kerim’de “Allah” ismine bağlı olarak anlatılan olayları, daima, hem evrensel boyut itibariyle, evrenin özünde hakikatinde bilinci içinde; hem de insan ismiyle işaret edilenin varlığında ve hakikatinde olarak düşünmek gerekir!. Daha önce de işaret ettiğim üzere, gerek “Âyet"el Kûrsî”, gerek “Kul Euzü”ler ve gerekse “huvallahulleziy...” diye başlayan tüm tanımlamalar, hem evren boyutlarıyla aşikâr olanı, hem de insan ismi altında açığa çıkanın, çıkış mertebelerindeki özelliklerini anlatmaktadır. Bu durumda ehli anlar sığınılan “Rab” nerededir, nedir; sığınılan “Melîk” nedir; sığınılası “İlâhin nâs” neresidir!. Bir diğer ifade şekliyle, Allah isimleri, hem evrensel boyutta, hem de insanın varlığındaki Rububiyet mertebesinde bulunan özelliklerdir. İşte bu yüzdendir ki, Kur’ân’ı anlamak için okumaya başladığımızda, Allah’a ait diye anlatılan tüm özelliklerin hakikatimizi meydana getirdiğini fark etmek, gelecekte karşılaşacağımız sonsuz olayların dahi bu özellikler kapsamında karşımıza çıkacağını bilmek zorundayız!. Özet... Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak için dikkat etmemiz gereken öncelik, O’nun ötedeki bir tanrıdan gelen ferman olmadığını fark etmektir!. Bundan sonra yapılacak iş ise, o yüce Kitabın, “Allah” ismiyle, evrenin ve insanın hakikatindeki özelliklerden ve “sünnetullah”tan söz ettiğini idrak ederek, olgunluğa giden yolda yürümeye başlamaktır.. Kesinlikle bilinmesi ve göz ardı edilmemesi zorunlu gerçek de şudur ki, ismi “ALLAH” olan, evren içre evrenleri ve insanı, ilminde kendi isimlerinin işaret ettiği özelliklerle yaratmış olandır!. Ne insanın, ne de evrenin “tanrısallığından” asla söz edilemez! Zaten bugüne kadar hiçbir şuur sahibi de “ALLAH” olduğunu iddia etmemiştir!. Ahmed Hulûsi 30 Mayıs 2005 NC-USA |
|
||||
PÜF NOKTASI
PÜF NOKTASI
Püf noktası nedir; ismi “ALLAH” olanı, “İslâm” dini tanımlamasıyla anlatılan evrensel sistemi ve de “ben kimim, neyim” sorularının cevaplarını anlamanın?.. Niçin bu konularda sapmalar meydana geliyor? Niçin bir yerlerde takılıp, konunun tam resmini göremiyoruz? Niçin Kur’ân-ı Kerîm’i hakkıyla değerlendirip, olayı bütün açıklığıyla seyredemiyoruz? Elbette bunlar düşünebilen beyinlerin sorunu!.. Düşünmeden, yalnızca söylenenleri taklit ederek yaşayanlar için böyle bir sorun yok!. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerinin hakkıyla anlaşılması, Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilenlerin değerlendirilebilmesi için öncelikle şu iki gerçeği çok iyi fark etmek zorundayız: 1. Anlatılan sistemin evrensel boyutu, 2. Anlatılan sistemdeki kişinin yaşam boyutu. Bu konuları derin düşünme, hissetme ve yaşama uğraşı olan Tasavvuf çalışmalarında, iki seyirden söz edilir: 1. Seyri Âfâkî (evrensel gerçekleri fark etmek), 2. Seyri Enfüsî (kişisel gerçekleri fark etmek). Bu iki “seyir”den birincisi, ismi “ALLAH” olanın, ilminde yarattığı evrensel sistem ve düzenin tanınması sürecidir; ki buna “seyri âfâki” denir. İkincisi ise, kişinin kendi hakikatini (nefsini) tanıması çalışmalarıdır. Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyetinde, hem "seyri âfâkî", hem de "seyri enfüsî" yönünden fark edilmesi gerekli gerçekleri açıklar, vurgular!. Şayet kişi, o âyetleri yalnızca bir yönü ile değerlendirirse, konunun diğer yanından mahrum kalarak, o yönde bir düşünsel sapma içine girer!. Neden bu böyle olur? Çünkü bir yanlış algılama sonucu olarak, Kur’ân, Evrensel Sistem (sünnetullah) ve bunu yaratanı açıklayan kitap olmak yerine, “yukarıdaki bir tanrının buyruk kitabı” kabul edilmiştir!. Oysa, tüm gelmiş geçmiş hakikat ehli bunun böyle olmadığını anlatmaya ve yaşatmaya çalışmışlardır. İsmi “ALLAH” olanın ne olduğunu “Hazreti Muhammed’in Açıkladığı ALLAH” isimli kitabımızda, bu güne kadar üzerinde durulmadık bir şekilde irdelemeye çalıştık. Eğer o kitabı iyi anlayıp, o açıklamaları iyi değerlendirebildiysek, HOLOGRAFİK EVREN gerçekliğinden yola çıkarak, insanda, ismi “ALLAH” olanın varlığının ne şekilde açığa çıkmakta olduğunu fark edebiliriz. Hazreti Muhammed Mustafa’nın bahsedip bize fark ettirmeye çalıştığı gerçeklik, tanrı ve tanrılık kavramının olmayışı gerçeği yanı sıra; ismi “ALLAH” olanın ne olduğudur!. Kur’ân-ı Kerîm bunu açıklar ve anlatır!. O yüzden biz de, sürekli olarak “ismi ALLAH” diyerek, yalnızca isminin “ALLAH” olduğunu; ismin, resim yapılmaktan kaçınılmasını; bu isimle neye işaret edildiğinin iyi anlaşılması gerektiğini yazıp duruyoruz. Yazdıklarımızı “OKU”makta yetersiz olanların tüm eleştirilerine rağmen! Evet... Evrenin zâtı, Kayyum olanın Zâtı ile kâimdir!. Ama evren, tanrı değildir! İnsanın zâtı, Kayyum olanın Zâtı ile kâimdir! Ama insan, tanrı değildir! Evren, ismi “ALLAH” olanın, bildirilen kadarıyla isim ve sıfatlarının özellikleriyle varolmuştur ve sonsuza dek bu böyledir! İnsan, ismi “ALLAH” olanın, bildirilen kadarıyla isim ve sıfatlarının özellikleriyle varolmuştur ve sonsuza dek bu böyledir! Evren “Hay”dır (diridir-canlıdır); çünkü Allah “HAYY”dır! İnsan “Hay”dır (diridir-canlıdır); çünkü Allah “HAYY”dır! Evren şuurludur; çünkü Allah Âlim’dir! İnsan şuurludur; çünkü Allah Âlim’dir! İlim sıfatının açığa çıkışı şuur adını alır! Evren ismi ve resmi ardında, “Ulûhiyet”inin gereği olarak “Vahidiyeti” ile aşikâr olup, “Rahmaniyeti” ile her an yeni bir yaratışını ve oluşumu sürdüren, dilediğini var kılan “Rabb-ül âlemiyn” vardır! İnsan ismi ve resmi ardında, “Ulûhiyet”inin gereği olarak “Vahidiyeti” ile aşikâr olup, “Rahmaniyeti” ile her an yeni bir yaratışını ve oluşumu sürdüren, dilediğini var kılan “Rabb-ül âlemiyn” vardır! İşte bu şekilde evrende açığa çıkan her mertebe, aynıyla ve mikrosu ile insanda da mevcuttur; ki bu yüzden insan, kendini tanıyabildiği ölçüde, evreni tanıyabilir... Uluhiyet hakikati, insanın zâtını yaratırken, kendine ayna kılmış; Vahidiyeti ile onu “Vahid” yapmış; Rahmaniyeti ile her an ondan yaratışta bulunmuş; Rububiyeti ile insanın tüm fiillerinin Hâlik’i olmuştur!. Evrende vardır, “Arş”, “Kürsî”, yedi kat semâ ve yedi kat yer! İnsanda vardır, “Arş”, “Kürsî”, yedi kat semâ ve yedi kat yer! Evren vardır, tüm melekler ile! İnsan vardır, tüm melekler ile! Ve “hakikat” sonrasında dördüncü basamakta “marifetullah” ihsan edilmiş olanlar, bu mecâzların, sistem içinde neye işâret ettiklerini çok iyi “OKUR”lar!.. Bilirler, Arş’tan murat nedir, Kürsî neye işaret eder; melekler sistemin hangi kuvveleridir! “Her ne ararsan kendinde ara” işareti bu yüzdendir!. Kendini tanırsan mikro âlem olarak, evreni de tanırsın makro âlem olarak!. Ve böylece bilirsin âlemlerin RABB’ı kimdir, nedir!. Seyri enfüsi, insanda “nefsini bilme” diye anlatılan olaydır; ki bunu “NEFS NEDİR” isimli sohbetimizde anlatmıştık. (Ana sayfadaki ilgili linki tıklayarak dinleyebilirsiniz.) İşte bu gerçekliği öğrenmeye başlayan seyri enfüsî düşünce yolcuları, bir anlayış durağında, “kendini HAK olarak görmeye” başlar. Bunun ötesinde de “ben Hakkım, dilediğimi yaparım her şey bana mubah” noktasına saplanır. Buna “Mülhime nefs bilinci” (hakikatine dair ilham alan bilinç) veya Mülhime Girdabı denir; ki bu konunun detayı “Mülhime Bilinç” sohbetimizde mevcuttur. Bunu aşamayıp, “Mutmainne bilince” ulaşamazsa, bir süre sonra Emmare bilinci ağır basarak, Mülhime bilgisi ile de firavunlaşarak, herkesi ve her şeyi yanlış, kendini mükemmel görüp, o hâl üzere bu dünyadan ayrılır!. “Bu yolda nîce başlar kesilir; hiç soran olmaz!” ile buradaki kayıplara işaret edilir! Evet, insan, kendi hakikatini meydana getiren tüm bu gerçeklikler yanı sıra, elleriyle yaptıklarından da sorumludur!. Yani, her an, daha önce yaptıklarının sonuçlarını kaçınılmaz bir şekilde yaşamak durumundadır!. Vurgulayalım ki, kendinden ne düşünce veya fiîl açığa çıkmışsa, onun sonuçlarını da yaşamak mecburiyetindedir!. Bir diğer deyişle, bugününüz dününüzün sonucudur! Bu anlattıklarımız eğer anlaşıldı ise şimdi gelelim konunun püf noktasına... Hazreti Ebû Bekr’in en mükemmel şekilde vurguladığı üzere, “ALLAHI İDRAK, İDRAK EDİLEMEYECEĞİNİ İDRAKTIR” gerçeğini hiç gözden kaçırmamak kaydıyla, anlamaya çalışalım bu püf noktasını... Kur’ân-ı Kerim’de “Allah” ismine bağlı olarak anlatılan olayları, daima, hem evrensel boyut itibariyle, evrenin özünde hakikatinde bilinci içinde; hem de insan ismiyle işaret edilenin varlığında ve hakikatinde olarak düşünmek gerekir!. Daha önce de işaret ettiğim üzere, gerek “Âyet"el Kûrsî”, gerek “Kul Euzü”ler ve gerekse “huvallahulleziy...” diye başlayan tüm tanımlamalar, hem evren boyutlarıyla aşikâr olanı, hem de insan ismi altında açığa çıkanın, çıkış mertebelerindeki özelliklerini anlatmaktadır. Bu durumda ehli anlar sığınılan “Rab” nerededir, nedir; sığınılan “Melîk” nedir; sığınılası “İlâhin nâs” neresidir!. Bir diğer ifade şekliyle, Allah isimleri, hem evrensel boyutta, hem de insanın varlığındaki Rububiyet mertebesinde bulunan özelliklerdir. İşte bu yüzdendir ki, Kur’ân’ı anlamak için okumaya başladığımızda, Allah’a ait diye anlatılan tüm özelliklerin hakikatimizi meydana getirdiğini fark etmek, gelecekte karşılaşacağımız sonsuz olayların dahi bu özellikler kapsamında karşımıza çıkacağını bilmek zorundayız!. Özet... Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak için dikkat etmemiz gereken öncelik, O’nun ötedeki bir tanrıdan gelen ferman olmadığını fark etmektir!. Bundan sonra yapılacak iş ise, o yüce Kitabın, “Allah” ismiyle, evrenin ve insanın hakikatindeki özelliklerden ve “sünnetullah”tan söz ettiğini idrak ederek, olgunluğa giden yolda yürümeye başlamaktır.. Kesinlikle bilinmesi ve göz ardı edilmemesi zorunlu gerçek de şudur ki, ismi “ALLAH” olan, evren içre evrenleri ve insanı, ilminde kendi isimlerinin işaret ettiği özelliklerle yaratmış olandır!. Ne insanın, ne de evrenin “tanrısallığından” asla söz edilemez! Zaten bugüne kadar hiçbir şuur sahibi de “ALLAH” olduğunu iddia etmemiştir!. Ahmed Hulûsi 30 Mayıs 2005 NC-USA |
|
||||
HZ: MUHAMMED FARKI
MUHAMMED (a.s.) FARKI
İsmi, “ALLAH" olan bize Hazreti Muhammed aleyhisselâm tarafından bildirilmiştir!. Çünkü O, bir peygamber değil, “RASULULLAH” idi!. Farkı neydi kendisinden önceki rasûl’lerden? Meselâ İbrahim aleyhisselâm da, Musa alehisselâm da, İsa aleyhisselâm da “rasûlullah” idi... Hazreti Muhammed aleyhisselâmı tasdik etmek niçin zorunlu? Diğer rasûlleri tasdik edip, kabullenip; Hazreti Muhammed’i ve bildirdiklerini kabul etmemek niçin insana her şeyi kaybettirir? Hazreti Muhammed aleyhisselâm, “HANİF” lik(1) kavramını getiren İbrahim aleyhisselâmdan; tenzih yönlü açıklamalar yapan Musa aleyhisselâmdan, teşbih ağırlıklı anlatımla görevini yapan İsa aleyhisselâmdan çok farklı bir işlevle; teşbih ve tenzihi cem etmiş tevhidi açığa çıkarmış ALLAH kulu ve Rasûlü ve son Nebi’dir!. Çünkü O, hepsinden farklı ve ayrıcalıklı olarak “SÜNNETULLAH”ı “OKU”muş; buna dayalı olarak insan için gerekli olan her şeyi, kâh vahiy olan âyetlerle, kâh da hadîs denilen açıklamalarıyla insanlığa bildirmiştir!. “Hadislerle işimiz yok bize yalnızca Kurân yeter” diyenler ne Kurân’ı anlamışlardır; ne ismi “ALLAH” olan hakkındaki işaretleri değerlendirebilmişlerdir; ne de “rasûl”lük veya “nebî”liğin işlevinin ne olduğunu fark etmişlerdir!. Onlar hâlâ, yukarılarda uzayda bir yerde büyük bir tanrı hayal etmekte; onun yolladığı kanatlı meleklerle buyruk alan bir postacı peygamber düşünmekte; ve dahi bu postacının bize ilettiği buyruk nameye inanmaktadırlar!!! Hazreti Muhammed aleyhisselâm ve işlevi hakkında hiçbir fikir sahibi değillerdir!. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın evrensel ve tüm insanlığı kapsayan muhteşem “SÜNNETULLAH” açıklamalarını onlar hiç fark edememektedirler. Androitmişçesine Kurân tekrarlamak veya sadece fiziki namaz kılmak onlar için yeterli tapınmaktır tanrıya!... Bu yüzden de neler kaybettiklerinin asla farkında olmadan bu dünyadan geçip gideceklerdir!. İşte bu gerçeklerden farkındasızlık, onlar için en büyük karşılıktır, cezâdır!. Ey Rasûlü inkâr eden, “bana kuran yeter hadislerle işim yok” diyen nankör; sil bakayım hafızandaki, Rasullullah’tan sana ulaşanların hepsini; bakalım ne konuşabileceksin Kurân veya hadîs veya bunlara dayanan ilimler hakkında?!. Kendisini aydınlatan ve ona bilmediklerini öğreten; ismi “Allah” olanı tanıtan ve “sünnetullah”ı bildirene yapılan nankörlük; bunun karşılığını, ebediyen o gerçeklerin müşahade ve yaşamına karşı perdelilikle alır!. Bu da dışardan bir tanrının veya varlığın cezalandırması şeklinde değil; Özündekinin, kendisine, elleriyle yaptıklarının karşılığını vermesi şeklinde gelişir!. Bu durum, “sünnetullah” gereği beyindeki bir kilitlenmenin sonucudur. Her kişi, inkâr ettiğine karşı kendini otomatik olarak kilitler!. “Sünnetullah” konusuna bir başka yazıda açıklık getireceğiz inşallah. Rasûlullah aleyhisselâmı, postacı peygamber olarak değerlendiren nankörler, yolun en başından, kendi zanlarına sapmış oldukları için, daha sonraki aşamaları zaten değerlendirme imkânı ile karşılaşamazlar. Hazreti Muhammed aleyhisselâm asla değişmeyen veya dönüşmeyen “SÜNNETULLAH”ı “OKU”muş olarak; risâletinin gereği “Fatiha” okunan ve Fatiha’sız asla geçerliliği olmayan salât’ı teklif ederken; Nübüvvetinin işlevi olarak da, salât öncesinde abdest almayı uygulamıştır! Zirâ, risâlet, ismi “ALLAH” olanı anlayıp hissetmeye dönük bir işlevdir ve bu işlev sonsuza dek devam edecek olan bir yaşantının elde edilmesiyle alâkalıdır. Abdest ise, bedenin bu işleve hizmetiyle ilgili ve dünya yaşantısıyla sınırlı bir uygulamadır. Bu aralar bazıları, “salât”daki besmele ve Fatiha okunuşuyla yaşayabilenin mi’râcı olan hissedişi, tutup yoga ile, veya Hint felsefesinin Nirvana’ya ulaşması ile kıyaslamakta ve hatta aynı şey olduklarını iddia etmekteler. Oysa birbiriyle hiç alâkası olmayan iki olaydan söz edilmekte! Niye böyle... Neden böyle olduğu konusuna daha sonra döneceğim. Hazreti Muhammed aleyhisselâm son nebî’dir çünkü “sünnetullah”ın insanlığı ilgilendiren tüm özelliklerini bütün detayları ile anlatmıştır. “Sünnetullah” konusu tahmin edemeyeceğiniz kadar önemli bir konudur. Zirâ “sünnetullah”ın ne olduğunu fark edemeyen kendi kozasından asla çıkamaz; kozasında, hayâl dünyasında yaşamaya devam eder. Buna insanların uykuda olması, yani rüya görmesi diye yaklaşılmıştır. Rüyaların ne kadarının gerçekçi olduğunu bir düşünün!. Açıklandığı devir şartları itibariyle, zorunlu olarak mecazlar işaretler kullanılmıştır; ancak bugün artık belli bir bilim ve kültür altyapısı olanlar, Hazreti Muhammed aleyhisselâmı eskisinden çok daha farklı anlayabilmekte ve değerlendirmektedirler. Önce şu mutlak gerçeği fark ve kabul edelim: İsmi “ALLAH” olarak bize bildirilen ve tanıtılan, neyse, O’dur!. Kul da, kuldur!. Kul’un varlığı ve varlığı altındaki her şey, ismi “ALLAH” olana ait olsa dahi, o yine de sadece bir “abd”dır ve asla “ALLAH” değildir!. Hazreti Muhammed dahi, tüm muhteşem ilmi kişiliğiyle ve kendisinde açığa çıkan ismi “ALLAH” olana ait özelliklerle varoluşuna rağmen bir “abd”dır, yani KULdur ve ebeden bu böyledir!. Şimdi gelelim olayın neden ve nasıl böyle oluşuna... “Zerre küllün aynasıdır” işaret ve uyarısını yapan Rasûlullah aleyhisselâm, vurguladığı bu gerçekle “kul”luğun da en büyük açıklamasını yapmaktadır. “Abd” nedir? “Abd”, ismi “ALLAH”, olanın dilediklerini yerine getirmek durumunda olandır. Burada konuyu anlatabilmek için, hem incir misâlini vereyim hem de holografik gerçeklik misâlini... İncir bir meyve, ama içindeki her çekirdek dahi gelişmesi hâlinde bir incir!... İncir, nasıl teklik içindeki çokluğu, bu çoklukla birlikte her birinin tekilliğini sembolize eden bir meyve ise bu yüzden “İncir” Sûresi gelmiş ise... Holografik gerçeklik sonucu, evrende tüm boyutları ile var olan her şey, evrendeki her bir zerrede de aynı şekilde mevcut ise... İsmi “ALLAH” olan da, aynı şekilde, her bir zerrede, Zâtıyla, sıfatlarıyla, esmasıyla, arşıyla, kürsîsi ile, 7 kat semâvât ve 7 kat arzıyla mevcuttur!. Bu her insanda böyle olduğu gibi, tüm boyutlardaki tüm canlılarda da böyledir!. 1998 yılında Antalya’da bu konuları anlattığım ve “Üst Madde”(2) ile “Özün Seyri”(3) isimlerini verdiğim sohbet kasetlerindeki bu gerçekleri, çok daha sonra detaylı şekilde “"(4) isimli kitabımda açıklamaya çalıştım. Evrende her birim kendi boyut ve yapısının bilinç ve şuuruna sahiptir. Ama bir diğer boyut varlığının bunu algılaması yapısal şartlar sebebiyle mümkün olmaz!. Her birim kendi yapısındaki bu mertebeler dolayısıyla da kendi özünde oluşacak bir yükseliş veya sıçrama ile Rabb’ine, Melîk’ine ve İlâh’ına ulaşma şansına sahiptir!. Ki bunu artezyen kazmaya benzetebiliriz. Veya “uruç” da diyebiliriz. Bazı birimlerde ise, kaynağın ve hatta gayzerin fışkırması gibi özden gelen = tenezzül eden bir şekilde ilim açığa çıkar!. Velâyet uruç yolludur bilinen anlamıyla. Gerçekte velâyetin üst mertebesi olan Risâlet ise irsal yolludur. Velâyetin üst kademesi olan, “El VELΔ isminin işaret ettiği anlamın açığa çıkışıyla meydana gelen Risâlet, kişide Rasûllük olarak değerlendirilir. Rasûller, risâlet adının işaret ettiği mahiyet itibariyle birbirlerinden farksızdırlar; fakat irsâl olunan ilmin kaynağı olan sıfatlar yönünden farklıdırlar!. Kimi Kudret sıfatından irsâl olmuştur, kimi İlim, kimi Hayat! Neyse konuyu fazla genişletmek yerine ana noktamıza dönelim. Hazreti Muhammed aleyhisselâm kendisinde açığa çıkan sıfatlara, isim özelliklerine, “sünnetullah” marifetine rağmen asla “ALLAH” değil, “ABD”dır!. Evrende var olan tüm yaratılmışlar yani “zerre”ler de böyledir!. Zerre küllün aynasıdır; ama asla zerre kül değildir, kül kendisinde var olmuş olsa dahi!... Buradan bir başka noktaya kayılır... Zerre her an kendisindeki hakikat ve O hakikat noktasıyla ilişkiler içinde yaşamını nasıl sürdürür; sorusunun cevabına... Ne var ki bu yazıda buna girmeyeceğim; çünkü bugün anlatmak istediğim husus o değil... Zaten onun işaretini bundan önceki yazılarda vermiştim. Gelelim ana noktaya. Zerre zerredir!. Kül değil! Kül, yani hologramik gerçekliğe esas olan ana yapıya, “İşte “Allah” adıyla işaret edilendir!” diyenler burada büyük bir yanılgıya düşerler ve gerçekten saparlar!. Burada onları uyaracak olan levhada şu gerçek yazılıdır: “İsmi “ALLAH” olan, ZÂT, tecezzî (cüzlere ayrılma) kabul etmez!” Burada “İhlâs” Sûresinin anlamını iyi düşünmek gerekir. Ahadiyyet ve Samediyyet sonucu olarak kendisinin varlığından başka bir şey düşünülemez; ve dahi bu mertebede tekillikten dahi bahis açılamaz!. “ K “(5) olayı diyerek, “ALLAH”(6) isimli kitabımızda anlattığım konuyu iyi incelerseniz görürsünüz ki, İlmi ilahîde bir noktadan açığa çıkan açı içindeki, 11 boyutlu evren, paralel evrenler veya bizim deyişimizle evren içre evrenler hologramın konusu olan “KÜL”dür!. Ve zerre de bu küllün aynasıdır!. “Hayâl içinde hayâl içinde hayâl” diye eski hakikat ehlinin tarif ettiği konu budur işte!... Nokta, bir hayâldir ismi “Allah” olan indinde!. O noktanın açılımı olan, açı içindeki kül bir hayâldir... Küllün yansıdığı her zerre diye tanımlanan, her bir ayna dahi ayrı bir hayâldir!. İşte bu yüzdendir ki, zerrede varlığı hologramik gerçeklik dolayısıyla var olan “kül” dahi, “ALLAH” adıyla işaret edilen olmayıp; yanızca, bir “NOKTA” olarak, O’nun ilminde var olan “ilmî sûret”tir!. Yani, 11 boyutlu evren, ya da paralel evrenler topluluğu, her zerrede, tıpkı incirin, sayısız çekirdeğinin her birinde varoluşu gibi, her birimde varolsa dahi, bundan öte bir şey değildir!. O da gerçekte “ALLAH”a “abd”lık etmededir!. Bu anlattıklarımla birşeyler paylaşmayı sağlayabildiysem... Bilelim ki, tasavvuf heveslilerinin önce, “ben sen o Hak!” kabullerinden; ve dahi her şeyi, Hak oldukları için kendilerine mubah kabullenmelerinden çok çok ötededir gerçekler!. Kusurumu bağışlasın son zamanlarda yazdıklarımdan dolayı beni uyaran ve kızan kişiler. “Kafa karıştırıyorsun, anlaşılmaz şeyler yazıyorsun bunlara ne gerek var” diyenler... Onlar için de yazılmış pek çok kitap var kitapçılarda, başta ilmihal kitapları ve çeşitli evliya menkıbeleri olmak üzere!. Hoş görsünler, bizim de “abdiyetimiz” bu yönde işte!. Lütfen, Muhammed aleyhisselâmın getirdiği “ALLAH” ilmini karşılıksız olarak sizlerle paylaşan bu fakîre, kızmak yerine dua edin!. Ahmed Hulûsi 13 Haziran 2005 NC - USA -------------------------- |
|
||||
ALLAH-TANRI
ALLAH İNDİNDE “TANRI”NIN YERİ
«ALLAH» indinde-ilminde «KUL» ne ise, «TANRI» da odur! Çünkü her ikisi de “ALLAH” ilmindeki, «İlmî sûretler»dir. Bu yüzden de “ALLAH” indinde her şey helâk olmuş, «yok» durumdadır! Ve "Bâkî" olan ancak "VECHULLAH"tır! Dünya… Dünya uydusunun tâbi olduğu 1 milyon 303 bin defa daha büyük Güneş adlı yıldız… Güneş gibi 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi… bu galaksi gibi milyarlarla galaksiyi barındıran varlığını algıladığımız evren; algılama boyutumuza hitâbeden bu evren gibi, sayısız algılama boyutuna hitabeden sayısız evren içre evrenler… Ve nihâyet bu sayısız evrenlerin içinde yer aldığı açının "<" yaratıldığı tek "nokta"!. Tek "an"!. "Dehr"!. İndinde, sayısız "an"lar, "nokta"lar; ve o "nokta"lardan meydana gelen "<" açılar içinde sayısız evren içre evrenler Yaratan varlığa işaret amacıyla kullanılan "ALLAH" ismi!. Evren içinde, Afrika"daki "tanrıku" kabilesinin totemi ne ise… "Allah İsmiyle İşaret Edilen”in indinde, insanların tanrı-ilâhı da o işte!. Nerede bugünkü Dünya toplumlarının düşündüğü "tanrı-ilâh" fikri… Nerede Muhammed Mustafa"nın Kur"ân-ı Kerîm ile açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilen!. A.Hulusi |
|
||||
o.T.
"Her sabah, değişik bir rüyadan uyandığımız halde; acaba ne oluyor da, dünya rüyasından, beklemediğimiz bir anda uyanıvereceğimizi düşünemiyoruz?"
"Varlığı olmayanlara ne mutlu!. “Varlıksız”, “yok”luğa hayli yakınlar; bir de “kendi varlıkları”ndan kurtulabilseler!.Peki, bu arada; “ben” nereden ve nasıl gelmekteyim acaba?" "Uyandığımızda, didişecek birileri kalmadığını gördüğümüzde, acaba hangi şartlar altında olacağımızı düşünüyor muyuz?" "Nice çöllere karşılıksız yağar yağmur ama, kum taneleri sadece seyreder damlaları! Beklenti ya umuttandır, ya ilimsizlikten!. Toprak mezarını sırtında taşıyanlar, geçmiştir dünyadan ve içindekilerden… Zîrâ “fefirru ilallah” onlarda zuhur etmiş, firar etmişlerdir Allah’a!. Allah ef’âlini seyreder onlar, acaba bir gül daha açacak mı bahçede diye… Umutla… Sevgiyle… Bu da beklenti sanılır başkalarınca… " "Birbirlerine göre, insanlar hürdür! Ama, acaba insanlar, gerçekten hür müdür?." "Şeyhlere para yatırıp, mâneviyat ve mertebe satın alacağını sanan, bu arada elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan uyanık tüccarların, gerçekleri fark etmeleri için, acaba son nefeslerini verip, ölüm ötesi yaşamın gerçekleriyle mi yüzyüze gelmeleri zorunlu?" "Kur’ân-ı Kerîm"i “oku”mak çok çok önemli de… Acaba bizi O’nunla yüzyüze getiren Allah Rasûlü"nü “oku”mak daha mı geride?… Allah Rasûlü"nü “oku”madan, acaba O’nun bize tebliğ ettiği “Kitab”ı ne kadar ve nasıl “oku”yabiliriz?" "Sen hâlâ, kendini et-kemik sanarak, bu et-kemik boyutuna ait konularla ömrünü tüketiyorsan; etin bol olsun!. Yolun açık olsun!. İnsansıların yaşamlarını ve sonsuz geleceklerini cehennem etme özgürlüğü vardır!.Zaman ve mekân kayıtları ötesindeki “insan”!… Evrensel değil, Galaktik boyuta göre et-kemik ömrü birkaç saniye olan “insan”ın bundan sonraki yaşamı acaba nerede ve nasıl? Ne diyor KUR’ÂN?" "Duyduk ki, kâbir yakınlarından geçen bazıları, kâbirlerin içinden gelen ızdıraplı iniltileri, feryâdları işitirmiş… O yüzden mezarlığa gitmeyi kaldırmazmış yürekleri!… Bu yüzden mi insanların arasından uzaklaşıp, uzlete çekilirlermiş acaba?" Not: Bu olay benim yakinlarimdan birine gerceklesmistir...! Ister inanin iszer inanmayin=! “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, rahat yataklarınızda yatamaz, Allah Allah diyerek dağlara kaçardınız” diyen Allah Rasûlü; acaba, algıladığı sistemin hangi gerçeği dolayısıyla bunu söylüyordu, yalnızca para kazanıp keyif çatmak için yaşayan bizlere?… Niçin, “FÂTİHA’sız “salât” olmaz”? Acaba farkında mıyız?… "Değer mi ebedi hayatımızı Cehennem etmeğe üç günlük çıkar için!?… Hele bir de, o günkü çıkarlarımızı düşünerek bildiğimiz gerçekleri söylemiyor, karşımızdakinin yanlış yolda yürümesine göz yumuyorsak? Bunun vebâlini alacak kadar güçlü müyüz acaba?… Hele hele sevdiğimizi söylediğimiz insanların, bildiğimiz gerçekleri onlarla paylaşmayarak, kangrenlerinin ilerlemesine göz yumuyorsak dünya rahatımız ve çıkarımız için; bu zulmün bedelinin faturası nasıl gelecek acaba karşımıza?" Sudan bir âlem, dalgalardan varlıklar! Elektrikten bir âlem, ampullerden varlıklar... Hep sembolik anlatımla yaklaşım şekilleri! Ya gerçeği?. Oluşumu bu varlıkların..? "Elf" tipi, tümel akıl varlıklarının ya da setrililerin oluşumu nasıl?. İnsan adını alan varlıkların yapıları... Ampuller demek çok kolay ve basit bir yakıştırma oluyor.. Ama nasıl oluyor bu?. Bırak göremediklerini, görüyorum dediğin insanlar ne biçim şeyler acaba?. "Benim kitaplarımı okuyup anlayan kişinin anladığının göstergesi; O’nun beyninden “kabul oldu mu acaba yaptığım“ gibi bir kavramın silinmesidir! Eğer birisi benim kitaplarımı okuduğunu söylüyorsa; sonra da “kabul oldu mu acaba yaptığım” gibi bir kavram kafasına geliyorsa; o daha benim kitaplarımın kapağını bile açmamıştır!" Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm, Allahû Teâlâ’nın ikrâmı olarak mi"râc ‘a çıktığı zaman, ceberût âleminde, Rabb-ül âlemîn’in tüm mevcûdat üzerinde esmâ yollu mutlak tasarrufunu müşâhede etti, "Kâ"be kavseyn" noktasında."Ev ednâ". Hattâ bunun da ötesinde, Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem ismi altında, "gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli ve yürüyen ayağı olarak"; "Şehâdet etti ki Allah, kendisinin dışında, ötesinde bir TANRI mevcut değildir"! Ve sonra Rabbı ile mükâleme etti Rasûlullah Aleyhisselâm! Ve sonra Rabbının emirlerini hâmil olarak tekrar insanların arasına döndü Muhammed Mustafa adıyla, RASÛLULLAH! Acaba, bu cümleler bize Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hüviyeti, eniyyeti ve kişiliği hakkında bazı ipuçları verebiliyor mu?.. "ALLAH" beşeri kavram ve değer yargılarından beri olduğuna göre, acaba zamanüstülükte, "SÜNNET" kavramını nasıl anlamamız gerekir... Ki bu "SÜNNET", zamanla hiç değişmemektedir!. Ahmed Hulûsi |
|
||||
CINLERI KIM RED EDIYOR?!? BUYUR!
cin ve büyü nediR?????
“Cinci”lerin, “uzaylı”ların, “ruh çağıran”ların (ruhçuların), “büyücü”lerin, “falcı”ların, “sahte mehdi”lerin, “sözde şeyh”lerin moda olduğu günümüzde, yanıltılan ve aldatılan masum kardeşlerimizi bilgilendirmek amacıyla bu broşürü hazırlamayı görev bildik. Faydalı olabilirsek ne mutlu bize… Olayın gerçeğini farkettirebilmek için öncelikle “CİN” konusunu açıklamamız gerekmektedir. “CİN” adı geçtiği zaman, genelde hepimizin içine düştüğü büyük bir yanılgı vardır!.. Hemen aklımıza, kısa boylu, ayakları ters, kulakları uzunca, gözbebekleri dikine, seri hareket edebilen, her kılıkta görünebilen varlıklar gelir… Ya da beyninde belirli bozuklukları olan kişilerin görmüş olduğu halüsünasyonlar. Bu konuda yapılan en büyük yanlış, önyargılı yaklaşımla, “CİN” kelimesi duyulduğunda ya hemen inkâr edilmesi, ya da gerçekle ilgisi olmayan yorumlar yapılmasıdır!.. Oysa dün bilimsel değil diye inkâr edilen birçok şeyin, ilim ve tekniğin ilerlemesiyle bugün bilimsel bir gerçek haline geldiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Peki işin hakikatı nedir?.. Evrende var olan tüm varlıklar-canlılar kuantsal kökenli olup; bir kısmı da mikrodalga yapılı türe dönüşmüştür!.. Ve dahi bunların bir kısmı geçici bir süre için moleküler boyutta, yani “madde alemi” denen “boyutumuzda” yaşamaktadırlar… Çağdaş verilerle değerlendirebildiğimiz bu katmanlar ve boyutlar İSLÂM’ın Kudsal Kitabı Kur’ân’da mûcize olarak 1400 küsur sene öncesinde şöyle açıklanmıştır: Kuantsal kökenli bilinçli varlıklar… Nurani olanlar… MELEKLER!. Mikrodalga kökenli bilinçli varlıklar… Ateş yapılar… CİNLER!. Moleküler kökenli bilinçli varlıklar… Biyolojik bedenliler… İNSANLAR!. Bunların her biri yaşadıkları boyutun kapsamı ve gücü itibariyle diğerini istediği gibi yönlendirebilecek güce sahiptir. Şöyle ki… Kuantsal köken melekler, hem cinler ve hem de insanlar üzerinde etkileme mekanizmasına sahipken; cinler, insanları bir dereceye kadar yönlendirmede yeteneklidirler. Konumuz dışında kalan “melekler” bahsini bir yana bırakırsak… “CİNLER”, Kur’ân anlatımıyla “MA’RIC” ve “SEMUM ATEŞTEN”, Yani “biyolojik bedene tesir edip, radyasyon zehirlenmesi meydana getiren mikrodalga” bedene sahiptirler… Bizim âhiret âlemi dediğimiz, ruhlar âlemi denilen, berzah âlemi denilen âlemler hep aynı mikrodalga boyut olup; insan ruhları dahi gerçekte mikrodalga bedenlerdir. İnsan beyni mikrovolt cinsinden elektrik ihtiva eder; ve tüm beden aldığı gıdalardan oluşan biyoelektrik enerjiyle çalışarak beynin biyoelektrik ihtiyacını karşılar. Beyin de bu biyoelektrik enerjiyi değerlendirerek fonksiyonlarını yerine getirir; bu arada da geçmişte “ruh” adı verilmiş olan “mikrodalga bedenini” üreterek tüm verilerini “mikrodalga beyne” yükler!.. İnsan beyni, her an, gerek beş duyu yoluyla ve gerekse de başka dalga boylarından ve uzaydan gelen sayısız dalgaları değerlendirme yoluyla yaşamını sürdürür; ve bu arada da hem dışa mikrodalga bilinç dalgaları yayar, hem de mikrodalga bedenine yani ruhuna yükler!. İnsan bilincinde ya da bedeninde etkili olan tüm tesirler üçe ayrılır: 1. MELEK kökenli astrolojik etkiler… 2. CİN kökenli mikrodalga impalslar… 3. İNSAN beyinlerinin yaydığı “yaygın” veya “yönlendirilmiş” dalgalar… Bunlardan birincisi gene konumuz dışında olduğu için onu bir yana bırakıp, 2. ve 3. tür dalgaların etkileri üzerinde duralım… İnsanlar yeryüzünde boy göstermeden önce, dünyanın oluşum evresinden başlayan bir biçimde dünyada mikrodalga bedenli cinler yaşamaktaydı ki, dünya ısısı ve ateşi onlar için bir şey ifade etmemekteydi. Daha sonra İnsan yeryüzünde varolunca, bilinçli bir varlık olan insanın evrensel bazı gerçekleri farketmesini hazmedemediler. Bu olayda önderleri “Azazil” isimli “CİN” idi!.. Azazil isimli CİN ve ona uyan tüm cin nesilleri tafsilatı “AKIL ve İMAN” isimli kitapta anlatılan bir olaydan sonra “ŞEYTAN” diye anıldılar ve insanlara düşman oldular!.. İşte bu “şeytan” diye bilinen tüm cinler, nesiller boyudur, insanlara birşeyler kazandırma bahanesiyle, onlara çeşitli yanlış fikirler ilka ederek saptırırlar!.. Akıl hastası haline getirirler!.. “…EY CİN TOPLULUĞU İNSANLARIN EKSERİYETİNİ HÜKMÜNÜZ ALTINA ALDINIZ.” (6-128) Âyeti bu gerçeği vurgular… Cinlerle bilerek ilişkide olanların ölüm ötesi yaşamdaki halleri ise şu âyette açıklanmaktadır: “İNSANLARDAN ONLARI DOST EDİNENLER DE: -RABBİMİZ BİZ BİRBİRİMİZDEN FAYDALANDIK VE BİZİM İÇİN TAKDİR EDİLEN VAKTE ULAŞTIK” DERLER… ALLÂH: “YERİNİZ ATEŞTİR!.. ALLÂH’IN DİLEDİKLERİ DIŞINDAKİLER EBEDİ ORADA KALICIDIRLAR” (6/128) CİNLERİN temel amacı insanları Kur’ân öğretisinden saptırmak, böylece imandan etmektir!.. CİNLER, ilişkide oldukları her insanı; ve onlar aracılığıyla tüm uyanları ele geçirip, İSLÂM inanç sisteminden uzaklaştırmaya çalışırlar… İnsanları genelde küçük yaşlarda kandırıp ele geçiren CİNLER, ya İSLÂM’ı kullanarak bu işi gerçekleştirirler; ya İslâm dışı yolları empoze ederek!.. Kişiyi ele geçirmeleri genelde şu iki yoldan biriyledir: Eline kalem almış kişiye kendi iradesi dışında yazı yazdırarak… Veya geçmişte yaşamış din büyüklerinin kisvesine bürünmek suretiyle rüya veya yakaza halinde görünerek!.. Önce bu kişiye büyük âlim veya veli olacağı bildirilir; sonra da artık o kişinin saflık derecesine göre zamanın kutbu, gavsı, en büyüğü, insanlığın kurtarıcısı, hatta MEHDİ veya RESÛL olduğu yutturulur!.. Bu arada çevresine toplananların da rüyalarına girilmek ya da geçmiş veya geleceklerine ait bir şeyler bildirilerek topluluklar oluşturulmaya çalışılır… Böylece, CİNLERİN kulu olmuş ve o kişi, artık kendini devrin en büyüğü, insanlığın kurtarıcısı, “MEHDİ” sanmaktadır!.. Bugün Türkiye’de sayısız insan, bilgisizlik yüzünden, kendini “MEHDİ” ya da “GAVS” sanan, oysa CİNLERİN elinde oyuncak olmuş kişilerin, peşinde koşmaktadır… Bu CİNLERDEN bazıları da kendini “mevlânâ”nın ruhu diye tanıtarak insanları etki altına almaktadırlar!.. Onlara kitaplar yazdırmaktadırlar… “MEDYUM”, aracı demektir; bilgisizlik yüzünden, ruhlarla görüştüğünü sanan kişilere denir!.. CİNCİ ayrıdır, medyum ayrıdır!.. Bu durum dünyanın her yanında da böyledir!.. Bugün kendini mesih ya da resul veya mehdi gören sayısız insan farkında olmadan insanları cinlere kul-köle hale getirmişlerdir. Batı dünyasında bizim “CİN” dediğimiz varlıklar “şeytan” veya “ruh” ya da “hayalet” diye bilinirler!.. Bugün Türkiye’de başta İstanbul ve Ankara olmak üzere neredeyse hemen her şehir veya kasabada kendini “MEHDİ” veya “gavs” ya da “kurtarıcı” olarak sanan pekçok aldanmış insan mevcuttur!.. Ve düşünün ki sadece Türkiye’dekiler bu kadar çoktur!.. Buna bir de diğer ülkelerdekini ekleyin!.. Bunun dışında bir de İslâm Dışı yollarla insanları kendilerine tabi hale getiren CİN toplulukları vardır… Bunlar da kendilerinin “UZAYLI” olduklarını iddia ederek insanları kandırmaktadırlar!.. “UZAYLILAR” diye kendilerini kandıran CİNLERE tabi olanlar da, İSLÂM dininin hükmünün bittiğine; Hazreti MUHAMMED’İN CİN OLDUĞUNA; ALLÂH’IN BEDENLENMİŞ olarak bir gezegende yaşamakta olduğuna inanmaktadırlar!.. CİNLER, günümüzde yoğun bir şekilde İSLÂM DIŞI BİR İNANIŞ OLAN REENKARNASYON, YANİ YENİDEN BİR BEDENE BÜRÜNEREK DÜNYAYA GERİ GELME fikrini aşılamaya çalışmaktadırlar… Oysa Kur’ân’da Mü’minun sûresi 99-100. Âyetleri bu olayda kesinlikle reddetmektedir: “Nihayet onların her birine ölüm geldiğinde: Rabbim beni (dünyaya) geri gönder!.. Ta ki boşa geçirdiğim yaşamımı orada bıraktıklarımla, yararlı fiillerle değerlendireyim… der… ASLA!.. BU DİYENİN GEÇERSİZ GÖRÜŞÜDÜR!.. ONLARIN ARDINDA BA’S GÜNÜNE (mahşere) KADAR SÜRECEK KABİR ÂLEMİ VARDIR!.. SUR’a üflendiğinde aralarında ne soysopluk vardır, ne de bir soranlar!..” Hangi yoldan olursa olsun cinlerle ilişkisi olanların çoğunda görülen ortak özellik tebliğlerin veya âyetlerin (!!!) mutlaka elle yazılarak çoğaltılmasıdır!.. Ki bu yazım, yazanın beyninde o cinin frekansına uygun bir açılım oluşturmaktadır. Cinlerin insan beynini mikrodalga impalslar yollayarak etkileme yolları dışında, bir nesneyi hareket ettirme veya yakma gibi özellikleri de vardır. Türkiye’de ve DÜNYADA bu konuda TEK KAYNAK olarak ilk baskısı 1972’de yapılıp halen 10. Baskısı yayınlanmış olan “RUH İNSAN CİN” isimli kitapta çok detaylı bir şekilde açıklanan konunun, bu broşür boyutunda elbette daha fazla açıklanması mümkün değildir… Onun için bazı satır başları ile uyarılarımıza devam edelim: CİNLERLE ne tür ilişkide olunursa olunsun, insanlar sonunda kesinlikle bundan büyük zarar görürler!.. Çünkü öğrettikleri arasında mutlaka Hz. MUHAMMED kökenli İSLÂM öğretisine ters düşen saptırıcı bilgiler yerleşmiştir!.. CİNLERLE ilişkide olanlarda mantıksal bütünlük yoktur!.. Yaptıkları konuşmalarda, başta söylediklerine sonra ters düşerler!.. Çelişkili konuşurlar!.. Genelde çok asabidirler!.. İtiraz gördüklerinde şiddetle parlarlar!.. Yalanları çoktur!.. Kendilerini daima büyük görüp, olabildiğince güçlü göstermeye çalışırlar!.. BÜYÜ konusuna gelince… “BÜYÜ”, genelde cinler aracılığıyla yapılmaktadır… Çok özel olarak, güçlü beyinlerin direkt yönlendirilmiş dalgalarıyla da gerçekleştirilebilmektedir!.. “BÜYÜ”, kişinin bilinci ve iradesi dışında, herhangi bir konuda, istemediği işi yapmaya elinde olmayarak zorlanmasıdır!.. Ve İSLÂM DİNİ mensuplarına kesinlikle BÜYÜ YAPMAK HARAMDIR!.. Eğer yukarıdaki anlamı iyi anladıysak; görürüz ki, karı-koca veya başkaları arasında sevgi oluşturmak için yapılan tüm çalışmalar veya muska yapmalar dahi “BÜYÜ”DÜR; değil ki ara açmak için yapılanlar!.. İSLÂM’da “DU” SERBESTTİR; “BÜYÜ” HARAMDIR!.. “DU” kişinin talebidir; “BÜYÜ” muhataba isteği ve iradesi dışı istemediğini yaptırmaktır!.. CİNCİLERİN, cinlerden haber alma dışındaki tüm faaliyetleri “BÜYÜ” yapmadır!.. Yaptıkları, İSLÂM anlayışına göre HARAMDIR!.. “BÜYÜ” yapan da yaptıran da altında asla kalkamayacağı bir vebalin altına girmektedir; cinler o işi onlara hoş gösterse de!.. CİNCİLER, “BÜYÜ” yaparken ya da “BÜYÜ”nün tesirini oluşturacak MUSKAYI YAZARKEN çeşitli duâlar okurlar ve böylece bazı cinleri o konuda görev yapmaya davet ederler!.. Ki bu başkasının iradesini zorlamadır; HARAMDIR!.. CİNLERDEN ve “BÜYÜ”DEN KORUNMA yollarına gelince… Bizim tesbitlerimize göre Kur’ân’da iki tür, korunma sağlayan âyetler vardır… Birincisi pasif korunma âyetleridir ki bunlar “Ayetelkürsi”, “kuleuzüler” ve Hasbiyallahu veni’mel vekil ve huve rabbularşıl azim” duasıdır… Bunların 41 veya 100’er defa okunmasıyla kişinin çevresinde cinlerden ve kem nazarlardan (negatif beyin dalgalarından) gelecek olan etkilere karşı bir koruyucu kalkan oluşur… Ancak bir de CİNLERE karşı aktif savunma sağlayan duâ da vardır ki o da şudur: |
|
||||
KORUNULACAK DUA
vermistir Üstad..
RABBİ İNNİ MESSENİYEŞŞEYTANU BİNUSBİN VE AZAB; RABBİ EUZU BİKE MİN HEMEZATİŞŞEYATİYNİ VE EUZU BİKE RABBİ EN YAHDURUN. VE HİFZAN MİN KÜLLİ ŞEYTANİN MARİD. (Sad: 41 / Mü’minuna: 97-98 Saffat: 7) Bu duâ kişinin beyninde cinleri son derece sıkan ve hatta yakan dalgalar yayınlanmasına vesile olur… Böylece de o kişiye musallat olan CİNLER o kişiden uzaklaşmak zorunda kalırlar… İçlerinde sebepsiz sıkıntı duyanlar; “BÜYÜ” yapıldığından şüphelenenler, cinni yoldan başkalarının kendisini etkilediğini düşünenler bu duâya olayın şiddetine göre sabahları ve geceleri 41 ile 150’şer defa arasında bir sayıyla okumaya devam ederlerse büyük fayda görürler… Çünkü bilebildiğimiz kadarıyla CİNLERE KARŞI TEK SİLAH bu duânın yaymış olduğu beyin dalgalarıdır… Şayet CİNLİ olduğundan şüphelendiğiniz bir kişi yanında veya birkaç arkadaşınızla bu duâyı içinizdn bir süre okursanız, sonuçlarını görürsünüz… Bu konuda sıkıntıda olan kişinin yanında birkaç kişi toplanıp da her biri 300’er defa bu duâyı okursa ve arka arkaya üç gün devam edilirse büyük fayda elde edilir… Ayrıca bu dua etme sırasında ortada bulunacak bir suyun beyin dalgalarından içilmesi de yararlı olur. -------------------------------------------------------------------------------- Bu kitapçığın hazırlanmasında “AHMED HULÛSİ”nin yazmış olduğu “RUH İNSAN CİN”; “AKIL ve İMAN”; “DU ve ZİKİR” kitaplarından yararlanılmıştır… Geniş bilgi isteyenler bu kitaplara başvurabilirler. |
|
||||
DEMO IN BERLIN
Der Antrag der durch die CDU/CSU-Fraktion ,bezüglich der Annerkennung des angeblichen Massenmordes an Armeniern durch die Türken eingebracht wurde, stimmten alle Parteien zu. Da es nur um Politisierung eines sehr ernsten Themas geht und nicht um eine Wahrheitsfindung, sind alle
ALLE TÜRKEN UND TÜRKISCHSTÄMMIGE SIND AUFGERUFEN daran teilzunehmen und Ihr Protest zu zeigen. DEMO findet statt am 19.6.2005,sonntag, Berlin Adenauerplatz und endet dann mit einer Pressekonferenz. Es werden NUR Türkische Flaggen getragen. Hoffe Ihr erscheint alle Zahlreich und wenn Ihr nicht kommen könnt, sagt es bitte an andere weiter. |